London Never Sleeps
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Hoş geldin .
Londra senin için Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri uyumuyor.
Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri buralarda takılmadın.

Aramıza son katılan https://lnsrplay.yetkin-forum.com/u398, Londra'ya hoş geldin!
Sitemiz bir rol oyunu sitesi olduğundan lütfen bu amaçla, Ad Soyad şeklinde kaydolun.
Rol oyununa başlamadan önce Başlangıç Rehberi'ni mutlaka okuyun.
London Never Sleeps toplu konuşma: Chatbox.
Rol oyunu puanlaması için: Tık.

 

 Breathe.

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Joseph D. Bailey
Cambridge I. Sınıf | Sinema
Cambridge I. Sınıf | Sinema
Joseph D. Bailey


Mesaj Sayısı : 68

Breathe. Empty
MesajKonu: Breathe.   Breathe. Icon_minitimeÇarş. Şub. 01, 2012 11:48 pm

Breathe. Tumblr_lyqndzJeeM1qbhj1jo1_500
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Joseph D. Bailey
Cambridge I. Sınıf | Sinema
Cambridge I. Sınıf | Sinema
Joseph D. Bailey


Mesaj Sayısı : 68

Breathe. Empty
MesajKonu: Geri: Breathe.   Breathe. Icon_minitimeÇarş. Şub. 01, 2012 11:48 pm

Gecelerden nefret ediyor olmasının nedeni yalnızlığı ve bundan hayıflanarak geçirdiği sabahlamalarıydı. Bu defa da uyuyamamış, önceki perşembe babasının ceketinde bulduğu paketteki sigaraları alıp dışarı atmıştı kendisini. Aralık olan kapıdan bakmaya korktu, içeride bir misafiri olması ya da- Uygunsuz, ev arkadaşının rahatsız olacağı bir duruma düşmek istemediği için bakışlarını kaçırarak koridordan hızla geçti. Geniş adımları merdiven boyunca kesilmedi ve üç hamlesi ardından dışarıdaydı artık. Üzerindeki hırkayı çekiştirdi, cebindeki kibrit kutusunu buldu gecenin serinliği ile karşılaştığında buz kesilen parmakları. Kendisini sıkıyor, boş yere geriliyordu. Hala bir şey olabileceği beklentisiyle onun bıraktığı mesaja cevap vermesini bekleyerek izlemişti telefonu hafta sonu boyunca, evden hiç çıkmamış ve hiç bir şey izlemeyerek kendine hakim oluşunun doruklarında olduğu günler geçirmişti. Ellerindeki terin nedeni, iki gündür uyuyamıyor olmasının nedeni buydu. Belki sigara.

Oysa hiç mi hiç arası olmamıştı, kesilen nefeslerinin nedeniydi bazen ve ağır kokusu eğer hasta ise canını oldukça yakardı. Gecenin karanlığına inatla kaldırımı aydınlatan sokak lambasının altına geçip önce kibriti sonra da sigarayı ateşledi. Birkaç nefesten sonra pes edeceğini düşünse dahi o sigarayı ve sonrasındaki birkaç taneyi bitirdi. Evin önündeki tümseğe oturup yaslandı duvara, ayakkabılarının apartmanın önüne çıkarken dahi bağlamaya üşenmediği bağlarını izledi. Ne yapması gerektiğini ve onunla olabileceği anları düşledikçe göğsünden yükselen kalp atışları hızlanıp belirgin bir hale geliyor ve bu kendi kendini boş yere umutlandırmasına neden oluyordu. Aynı evrenin nasıl başladığını düşündüğünde bir sonuca varamaması, Tanrı'ya inanıp inanmaması gerektiğini bilememesi gibi.

Onu görmeyeli aylar olmuştu, Şubat 19. Saat, buluşmalarının aksine ayrıldıklarında hava kararmış olduğuna göre, akşam 5 civarı. Onu babaannesinin evinin çaprazındaki parkta gördü, onu yaklaşık altı saat beklediği yerde. Hayranı olduğu o kadının büyükbabasıyla evlilik yıldönümlerinde onu ziyaret edeceği barizdi. Keşke anlamış olsaydı onu neden bu kadar çok sevdiğini, onun için neler yapabileceğini. O içeride viskisini yudumlarken, ailenin geleneği buydu sanki ve böylece tahmin edebiliyordu içeride neler döndüğünü, titreyen bedeniyle pes etmeden oturmaya devam etti oturmaya. Lanet olası Greenore, imkanı olsa şimdi Joe da içmeyi dilerdi gerçi.

Öksürüğünün ardından sessizce eve girmeye çalışıp odasına çekildi ve şifonyerin üzerindeki televizyonu açıp çizgi film izlemeye başladı. Üzerindekileri çıkartmadı, güneş doğana dek de o halde kalmaya devam etti.

"Sizin güzelleriniz en ünlüsü majesteleri, ama durun görüyorum güzel bir hizmetçi. Üzerindeki pullar örtmüyor güzelliğini. Dudakları gül kırmızı, saçları abanoz siyahı, teni pamuklar gibi." ve hala bilmiyor nasıl harcı ödeyebileceğini. Lisede her matematik sınavından önceki gecelerde rüyasında sorular çözmesinin aksine bu defa aklına hiç mi hiç hatırlamadığı replikleriyle masallar giriyor gözleri yumduğu anlarda. Yazın yaptığı rehberlik işi sayesinde -ki bir de yüzündeki bandajla ayrıldığı, yalnızca iki hafta barınabildiği Dunkin vardı, ama her neyse- aldığı yatağında uyanmıştı. Güya bir daire kiralayacak, Brooklyn'de ya da en kötü ihtimalle Queens'te, ve annesinin o küçük dairesinden kurtulmuş olacaktı. Ama olmadı, taşınabilir bir yatak alıp aynı liseden mezun olduğu arkadaşının yanına taşınma fikri gibi bu da gerçekleşmedi. Aynı kendisini aynı liseden mezun olduğu bir arkadaşı olduğuna inandırması gibi bu da onu hayal kırıklığına uğramıştı. Öyle. Sonrası yoktu. Bağımsızlığını kazanmak için uzaklaşması gerekmişti, onun olduğu şehre gelmesi. Ne bağımsızlık ama, ona tapındığı bu günlerde herhangi bir şey yapmadan önce onun şimdiye dek söylediklerini ve ne söyleyebileceğini gözden geçiriyordu. Yanına geldi ama, babası yüzünden tanıştığı kızın şehrine.

Babasının kullanmaktan nefret ettiği isminden kurtulmuş olmasına rağmen ona seslendiğinde ilk başta dikkatini çekmedi söyledikleri. Sonra bir şekilde duyduklarını hatırladığını düşündü ve ardına döndü, evet, Goodwill gibi bir yerde karşılaşsa utanır ya da Shake Shack- ARTIK İNGİLTERE'DESİN. Bu kadar. Konuşurken söylediklerini ikinci kez düşünmenin, anlamadığın kelimeleri eve gittiğinde urban dictionary'de aratmanın nedeni bu! Bu kadar. Artık buradasın, geri dönmen gibi bir ihtimal yok. Zaten istemez bile.

Yani, evet, şu anki maddi durumuna bakılırsa tek 'pound' dahi yok cüzdanında. Şaka! Ünlemler hiçbir işe yaramamış ve henüz okuldan arta kalan zamanlarda, ki kalıyordu, gideceği bir iş bulamamıştı. Ama annesi aynı lisede olduğu gibi, ancak iki katı fazla bir miktarın eline geçmesini sağlıyordu. İlk haftalarında tek isteği evine dönmek olan birisi için o yaşadığı yere gün sonunda geri geldiğinde tatmin olmayışı bulduğu odanın sigara dumanıyla kaplı olmasıyla daha da güçleniyor, tütsülenmiş battaniyenin altına girdiğinde üşümeye devam ediyordu. O metalik, kuru sıcağı özlüyordu. O beşinci sınıfa geldiğinde babasının onları terk ettiği ve sonrasında oradan taşınıp NY'a gittikleri Wisconsin'i dahi. Arkadaşları olmayışını şehirler arasında gezmiş olmasına bağlasalar dahi en başından beri en az aldırış ettiği şeydi taşınmalar, arkadaş kavramı onun için fazla sosyaldi. Queen, Beatles ya da Pink Floyd'un bu ülkeden çıkmış olmasının yani sıra Elton John ya da Bono gibi hataları da vardı. BBC de- Doctor Who- Tolkien ve Rowling ile kazansalar dahi Lewis ve Gaiman- Onlar çocukken en sevdiği kitapların sahipleriydi gerçi. Ernest Hemingway ve- Buckowski ile övünen insanların karşısında Dickens'ı savunurdu. Amerikan bir anneyle, Ms. Red Forman hariç hepsi birbirinden aptaldı sanki, büyümüş olmadığı için şükrediyordu gerçi. Annesinin kanını almış olmasıyla gurur duymasına izin verilmese dahi sorulduğunda inkar etmez, sırıtan çirkin suratıyla anlatırdı ailenin geçmişini. Babasının edindiği garip aksandan, Londra'daki insanlara imrenmeli abartıp gereksiz tonlamalar yapıyordu, utandığı gibi- Her neyse ve her neyse.

Gökkuşağındaki her renkten, siyahdan ve beyazdan nefret etmesi gerektiği bir yaşta olduğunu düşünse dahi liseyi iyi bir ortalamayla bitirmişti. NYU'ya girmeyi, SoHo'da bir apartman dairesi kiralamayı düşünürken kendisini buralar sürüklemişti o aptal kız yüzünden. Kendisini aldatmış olması değil de, kendisini artık sevmiyor olması yakıyordu canını. Başka hiçbir şey değil. "Çişimi de yapayım da." yaşı geçmiş olmasına rağmen onu bir Action Man figürü gibi arzuluyordu. Oynamasın onunla, yalnızca sahip olsun ona. Gözünün önünde, yakınlarda bir yerde olması yeterdi; haftada bir görse mesela. Sevgilisinden kaçtığı bir saat, istediği her şeyi yapardı onun. Her şeyi. Nefes alma dese, tamam. Her şeyini verebilirdi onun için.

Vizesi bittiğinde geri dönmek zorunda kalmış, tek çareyi de öğrenci vizesi alıp gelmekte bulmuştu. Babasını burada olması işleri kolaylaştırmış, kalacak bir yer bulmasını sağlamıştı. Satın aldığı yatak, sırtındaki çanta, omzundaki fotoğraf makinesi ve bilgisayarla gelmiş, havaalanından çıktıktan sonra taksiye para harcamamak için metroyu kullanmıştı neredeyse her filmdeki karakterin aksine.

Sesi ve davranışları çok sert geliyordu kendisine, adres sorduğu evdeki kadının kızını odasından aşağı indirip onu gideceği yere götürmeyi teklif ettirmesi ve garda tanıştığı, henüz 20'larını yarılamış olan adam onun haritayı çözemediğini fark edip "Yalnızca şehrin Kuzey kısmını yukarıya değil de kağıdın sağına yerleştirdiklerine dikkat etmelisin chum." şeklinde kendisine yardım etmesi kendisini garipsemesine neden olmuştu. Chum? İnternette aratmak için birebirdi. Perona yaklaşan metroya bindiğinde ilk işi telefonuna sarılmak olmuştu, sözlük uygulaması. Utanabilirdi teknolojinin kendisini ne hale getirdiğinden. Aklına geldi: Son aldığı film Star Wars- Bağımsız filmlerin Hollywood'un önüne geçtiği göz önüne alınırsa, evet, George Lucas her şekilde kazanıyordu. AMERİKANLAR 5 - İNGİLİZLER 7.

İngiltere'ye ilk geldiğinde babası henüz Londra'ya taşınmamış, şehir dışındaki bir kasabada çalışıyordu. Sonrasında "Sonuç olarak senin olacak." dediği bir ev satın alıp şehirde, belediyede bir iş bulmuştu. Oğluna aylık olarak 270 sterlin veriyor ve eskiden onun olan Ford'a benzini dolduruyordu. İşe yürüyerek gidebiliyor, eve geldiğinde oturma odasına geçip televizyondaki o saçma şovu, Big Brother, Name That Tune ya da Deal or No Deal tadında şeyler izliyordu sızana kadar ki bu neredeyse 2 saat sonra kolayca gerçekleşiyordu.

Son iki aydır, neredeyse, yalnızca mısır gevreği ile fıstık ezmesi yiyor ve evde olduğu tüm zamanlarda yalnızca uyuyordu Joe. Evde olduğu zamanlar azdı neyse ki, dersleri bittiğinde Mid Cambridge'te fiyatını uygun bulduğu, çoğu salonun aksine 70 ya da 90'ların pornoları yerine Chaplin, Brooks ya da Maddin'in filmlerini getiriyorlardı. Bazen kendisine eşlik edecek birisini buluyor, onlara güzel bir iki saat ve geçirttiğini görünce seviniyordu. Aptal. Hep zaten bu yüzden. Bu eve taşınalı ise yalnızca iki mevsim oldu, burası evi artık. O kızın yanında olmayı dilerdi ancak, tatmin ediyordu gene de bu daire onu. Tatmin etmek yeterli değil hatta, “tatminden daha güçlü kelime” ile anlatsın yaşadığı yeri.

Nefret ediyordu bu histen ama kendisine değer vermese dahi onun için yaşamak, onun için atmak istiyordu bir sonraki adımını. Acizliğinin farkında oluşuyla daha da canı yanıyor, neden utanmadığını düşününce mantıklı bir cevap bulanıyordu.

Parmaklarını yerçekimine karşı gelemeyen saçlarına geçirip onları ardına atmasını, o uykudaki sayıklamalarını, bir şeyler yaparkenki düşünceleriyle aniden değişen yüz ifadesi, yürürken dengesini kaybedip kollarını iki yana atmasını, o kokan tişörtünü özlemişti. Artık onu göremiyor, yalnız uyuyor, o kendisi yanında yürüse dahi dengesini kaybetmeyecek kadar ciddi oluyor ve tişörtü evde kullanılan yumuşatıcı gibi kokuyordu. Nefret ediyordu. Onu özlediğini kabullenmek en kolay şeyken, bundan nasıl vazgeçeceğini bilemiyordu. Seviyordu onu, seviyor işte. Sanki şimdiye dek kendisine bir yarar sağlamış gibi, nefret etmesi gereken tek insandı belki de hayatta olan, kendisine kötülüğü dokunan.

O nadide yatağından kalktığında rüyalarındaki sarhoş halleri gibi bakış açısındaki her şey bir anda karardı, geçirdiği o saniye sonrasında sarıldığı dolaptan ayrılıp banyoya girdi. Aceleyle klozeti kullandı ve soğuk sudan korkarak yüzünü yıkadı. İçeri geçtiğinde karşılaştığı görüntü onu şaşırtmaktan çok yüzündeki gülümsemenin geri gelmesini sağladı. Ya da, yani, ikisi birlikte.

Günlerden pazartesi olmasına rağmen- olağan evlerde herhalde Pazar sabahları olmalıydı ev halkıyla yapılan bu kahvaltılar ki tabii ki bunu filmlerden görmüş ve olağan bir ev ya da bir aile hakkında tek bir fikre sahip değildi- mutfağa geçmiş ocağın üzerindeki tavayla boğuşuyordu. Pancakeleri hazır aldığını, tezgâhın üzerinde paketlerle karşılaşacağını sanda dahi- Hayır, etrafta herhangi bir paket yoktu ve hamuru hazırladığı kabı görebiliyordu. O bankonun diğer tarafında kalırken, aslında pek de rahat edemeyeceği ancak her çocuk gibi hayranlık duyduğu uzun taburelerden birisine geçti. Evin en güzel yanlarından birisi bu, diğeri ise her yerde bir şekilde Daisy’nin parmağının olduğunun fark edilmesiydi. Kendi odası hariç, kendi odası çirkindi, varlığının çirkinlik yaydığı gerçeği ve bilumum benzeri şeyler, vesaire vesaire.

“Günaydın.” Saksılarının ardından odaya yayılan ışığa döndü yüzünü ve onun kendisine karşılık vermesini beklerken biraz utandığını hissetti. Eve taşınmasına izin verdiğinde yemekleri ona yaptıracağından memnun kalıp kalmayacağından bahsetmemişti, gerçi- Hayır, bu kelime iyi değil. “Yardım etmemi ister misin?” Garip bir şekilde bu bir blöf değildi, her zamankinin aksine, mutfakta ne kadar kötü olsa bile. Kendisine memnuniyet veren o sevimli suratla karşılaştığında bugünün güzel geçeceğinden emindi artık, yani, kısmen. Güzel, tuvalete yetişilen ve herhalde yakınında onu biraz olsun seven tek kadınla geçirdiği sabah yeterdi diğer boş günleri geride bırakmaya.

Yalnız hissetmiyordu kendisini, Daisy’nin onca zamandır burada olduğunu fark etmemiş olması biraz canını sıksa, ona karşı biraz mahcup duymasına neden olsa da mutluydu. Yalnızlığı ilk keşfedişi, yatağına uzanıp iki sene içinde evi terk etmek zorunda kalacağıyla yüzleşmesi ve sabahladığı gecelerden birisinde her zamankinin aksine öksürük şurubunu annesinin ellerinden içememesiydi. Kaşığı mı yoksa şişeyi mi tutacağını bilememiş, direk tepesine dikmişti o acı ancak sinsi, sevimli renkteki sıvıyı. Daisy’nin yüzüne baktığındaysa- Onunla ilk tanıştığında şehrin geri kalanı gibi (sırf buraya gelmeden önce izlediği dizi yüzünden İngiltere’deki tüm gençlerin o şekilde yaşadığını düşünmüştü, sırf bilinçaltına yerleşen düşünce yüzünden) yalnızca- Her neyse. Önyargılarından kurtulmuş, yüzündeki bakışlarını çekmezken çillerine takılıyor ve memnuniyetle devam ediyordu o anın keyfini çıkarmaya. Güzeldi gün, haftalarının böyle devam etmesi umuduyla onu izlemeye devam edecekti.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Breathe.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
London Never Sleeps :: c i t y . o f . w e s t m i n s t e r :: Covent Garden-
Buraya geçin: