London Never Sleeps
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Hoş geldin .
Londra senin için Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri uyumuyor.
Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri buralarda takılmadın.

Aramıza son katılan https://lnsrplay.yetkin-forum.com/u398, Londra'ya hoş geldin!
Sitemiz bir rol oyunu sitesi olduğundan lütfen bu amaçla, Ad Soyad şeklinde kaydolun.
Rol oyununa başlamadan önce Başlangıç Rehberi'ni mutlaka okuyun.
London Never Sleeps toplu konuşma: Chatbox.
Rol oyunu puanlaması için: Tık.

 

 Cluedo

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Alex Mclain
Oxford I. Sınıf | Resim
 Oxford I. Sınıf | Resim
Alex Mclain


Mesaj Sayısı : 573
Nerden : NY

Cluedo Empty
MesajKonu: Cluedo   Cluedo Icon_minitimePaz Şub. 05, 2012 7:29 pm

Cluedo JgrqFoEspqU0Y
Alex Mclain & Apollonıa Chamberlain


En son Alex Mclain tarafından Paz Şub. 05, 2012 8:43 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alex Mclain
Oxford I. Sınıf | Resim
 Oxford I. Sınıf | Resim
Alex Mclain


Mesaj Sayısı : 573
Nerden : NY

Cluedo Empty
MesajKonu: Geri: Cluedo   Cluedo Icon_minitimePaz Şub. 05, 2012 8:24 pm

İngiltere'de güneşli bir gündü. Kuşların yeşil ağaç yapraklarının ardına saklanıp öttüğü, küçük çocukların gülücüklerine karıştığı türdendi üstelik. Sokaktan geçen herkes havadan sudan muhabbet ediyordu, bu İngilizler için gündemdeki haberleri konuşmak gibiydi. Alex güneşten ve potansiyel yağmur tehlikesinden konuşmak kadar zaman kaybı başka bir şey olduğunu düşünmüyordu. "Affedersiniz, daha sürecek mi?" Alex önündeki şovalenin yanından başını uzatıp taburesinde oturan genç çocuğa baktı gözlüğünün üstünden. Kalın çerçeveli gözlüğü burnundan daha fazla aşağı kalmadan önce parmağıyla burun kemiğinin üzerine geri itti. Takma keçi sakalı ve kalın kaşlar dudağının altını ve alnını kaşındırıyor, sakalını ve kaşları söküp tekme tokat isyan ederek sokak köşesini terk etmeye sürüklüyordu onu. Çocuğun merakla bakan kocaman mavi gözbebeklerine baktıktan sonra dudağını sarkıttı. "Ben bitirmek üzere sen biraz sabır lütfen." Fransız aksanı, ingilizlerden bile beterdi ama en azından bunu taklit edebiliyordu. Evet Alex birkaç haftadır keçi sakallı kemik çerçeveli gözlüklü, aslında gözlükler ince bir iş yaptığı zaman takmak zorunda olduğu kendi gözlükleriydi, fransız göçmeni sokak ressamı Aléxandre taklidi yapıyordu. Sokak başında resim çizme meselesini kendine yediremiyordu babasının onun için kullandığı tasvirden sonra. Ayrıca sokak başında resim çizenler bölümünde utanç kaynağıydı. Alex Mclain, koskoca Alex Mclain, beş parasız, sokakta birkaç dolar için ruhunu satmış karikatüristlerden biri olarak anılmak istemiyordu. Bu işi yaptığını bilen çok az kişi vardı, köşe başında tanıştığı müzisyen kız da bunlardan biriydi, ve bu sayının artmamasını tercih ederdi. Doğrusu Aléxandre olmayı sevmişti, takma sakal ve kaşlar hariç, saçlarını arkasından toplayıp başka biri gibi davranmak, şatafatlı bir aksanla yamuk yılık konuşmak zevkliydi.

Resmini çizdiği çocuk kafa sallayıp şovalenin arkasını izlemeye devam etti, Alex'in tamamlayacağı sadece gölgeler vardı. Sokaktaki mutlu insanlara bakıp güzel havanın keyfini çıkarma macerasını kafasında kurmuyor olsa beş dakika önce bitirmişti. Gözlerindeki küçük ışık huzmesini çizip gölgeli kısmı taradıktan sonra şatafatlı bir kol hareketiyle kağıdı diğer kağıtlardan ayırdı. "İşte bitmek! Güzel olmak bence, sen nasıl buldu?" Konuşmasının rus hayat kadını konuşmasına kaydığını fark ettiğinde susup yine abartılı bir hareketle çocuğa uzattı. Sakalını sıvazlıyor gibi yaparken çenesini kaşıyordu, kaşlarını da kaşıyabilmeyi isterdi. Müşterisi olan genç resme uzun uzun baktıktan sonra kafasını sallayıp güzel olduğunu söylediğinde "Hah! Elbette güzel. Beş sterlin çocuğum." Çocuğum demek komikti çocuk ile aynı okula gittiği düşünülürse. Evet çocuğu görmüştü. Hayır tanışmıyorlardı. Burası İngiltere değil Amerikan toprakları olsa bu numarayı çekmeye kalktığı anda yakalanırdı. İngiltere özgürlükler ülkesiydi asıl. Beş sterlinini cebine atıp saate baktı, Polly'e buluşma sözü verdiğini hatırlamıştı. Şovaleyi katlayıp kaldırırken sakalı düşmesin diye çenesine geri yapıştırdı. Her şeyi topladığında memnuniyetle iç geçirerek takma kaşlarını ve sakalını söküp koyu mavi kareli siyah çizgili gömleğinin cebine attı, gözlüklerini de aynı yere atmıştı. Ellerini kot pantolonuna sürdü, kurşun kalem isi parmaklarında kalmıştı, resim çantasını ve şovalesinin olduğu çantayı her zamanki dükkana bırakıp hızla fırladı.

---

"Heey! Apollonia!" Müzenin merdivenlerinde gördüğü kıza seslendi. Onu fark etmek çok kolaydı, bunca zamandır her gittiği ortamda Cleo'ya benzeyen kızları aramayı alışkanlık haline getirmiş biri olarak Polly'i bulabilmek için tek yapması gereken Cleo'yu aramak oluyordu. Yeni patronunun ismini telaffuz etmek çok zordu ama kısaltmadan hoşlanmadığını özellikle belirtmişti bu yüzden diğerlerine ondan Polly olarak bahsetmesine karşın genç kadına hep tam adıyla seslenirdi. "Geldim! Saçma bir buluşma yeri gibi gözüktüğünün farkındayım ama buraya geldiğimden beri buraya gelebilmek için ölüyorum!" Yanına gelene kadar bütün cümleleri sarf ettiğini fark ettiğinde hafifçe gülümsedi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Apollonia Chamberlain
Ronnie Scott's | Sahibi
 Ronnie Scott's | Sahibi
Apollonia Chamberlain


Mesaj Sayısı : 262

Cluedo Empty
MesajKonu: Geri: Cluedo   Cluedo Icon_minitimePaz Şub. 05, 2012 8:59 pm

Kulbunu sıkı sıkıya tuttuğu iri kupayı dikkatlice masanın üzerine bırakıp elindeki mine taşı işlemeli kalemle dosyadaki birkaç cümlenin üzerini çizdi. Claudia’nın eğitim hayatı oldukça tatmin ediciydi, mezuniyetinin ardındaki süreç Apollonia’yı oldukça meraklandırsa da Londra’ya gelebileceği aklının ucundan bile geçmezdi. Tahmin ediyordu ki genç kız doğal bir Amerikan aksanı kullanıyordu ve ablasının aksine İngiltere tutkunu değildi, belki de öyleydi. Belki de uzunca zaman İngiliz aksanı kullanmıştı, ne de olsa ilgi çekici bir akasandı yabancılara göre. Hayır hayır, Claudia yabancı biri değildi. Notebook’daki son fotoğrafı iyice inceleyip gülümsedi. Henüz bir hafta önce internet üzerinden paylaşmıştı ve Apollonia gizli bir kimlikle onu takip ediyordu. Fotoğrafa iyice yaklaşıp kalın çerçeveli gözlüğünü işaret parmağıyla düzeltti. Dişleri inci gibiydi ve gülümsemesi içini ısıtıyordu, saçlarının güneş ışığının etkisiyle buğday tarlasının rüzgarlar altındaki salınımı her bir teline yansımıştı. Dudakları gülüşünün etkisiyle iyice gerilmiş ve üzerindeki çilek renkli ruj flaşla beraber daha da belirginleşmişti. Teni bir peri masalı karakterlerinden çalınmış gibiydi, Apollonia kollarına doğru bakıp karşılaştırmaya çalıştı, emin değildi lakin ten renkleri birbirlerine oldukça yakın görünüyordu. Karşısındaki masmavi gözler yaklaştıkça içinde bir hortum varmışcasına içine çekiyordu insanı. Bu denli dikkat kesildiği fotoğraftan geriye doğru çekildiğinde kendi kendine gizlice gülmeye başladı. Ne yapıyordu böyle? Onu o kadar çok izlemişti ki her bir yüz hattı ezberindeydi, duygularını gerçek bir abla gibi takip edemese de sosyal platformlarda yazdığı her şeyi defalarca okuyup onu anlamaya çalışıyordu. Mutsuz olduğunu hissettiğinde içgüdüleri Claudia’yı arayıp ona kendisini tanıtmak için yırtınsa da zihni bunu her seferinde güçlü bir iradeyle engelliyordu. Kendisini yanlış anlayabilirdi, birisinin onunla dalga geçtiğini zannedebilirdi. En kötüsüyse ailesine güveni azalabilirdi genç kızın. Apollonia unutulduğuna emindi, belki birkaç resmi yakılıp atılmıştı. Onu düşünmemek için ve gittiği gerçeğine alışmak için ona dair hatıralardan kurtulmuşlardı. Her şeyi sil baştan yaşamak için bir evlat sahibi daha olmuşlardı ve Apollonia emindi ki aradan geçen beş yıl içinde anne ve babası hayattan daha çok ders almış ve tecrübeleriyle yeni kızlarını birer inci gibi tek tek işlemişlerdi.
Gözlerinin dolmasını engellemek için başını hafifçe yukarı kaldırdı ve dolu dolu bir nefes aldı. Ailesini kesinlikle suçlamıyordu lakin bir daha onlara dönüp anne ve baba diyemezdi. Birbirlerinin hayatlarından çok önce çıkmışlardı ve onun yalnızca babası olmuştu, yaşlı bir baba.

Bardan çıktığında hava durumu beklediğinin aksine oldukça güzeldi, bu zamanlarda bu havaları yakalamak pek de kolay olmuyordu. Öyle ki etraftaki turistler bugünün kendileri için mükemmel bir fırsat olduğunu düşünüp fotoğraf makinelerine sarılmışlardı. Gerçi Polly fotoğraf işinde kötüydü, makineyi tam çekeceği saniyede kıpırdatır ve fotoğrafın bulanık ya da hareketli çıkmasına neden olurdu. O yüzden mezuniyetinde arkadaşları fotoğraf çekiminde kendisi için en ufak bir görev dahi vermemişti. Anılarının şerbet tadındaki aurasından çıkıp müzenin kapısından yukarıya doğru baktı, oldukça fazla merdiven vardı. Bina iriceydi, sanatsaldı, elbette bir sanatçının gözünde olağanüstüydü. Apollonia için ise sadece bir binadan ibaretti, buraya en son geldiğinde lisedeydi, yani en azından öyle hayal ediyordu. Alex’in ısrarını kırmaya içi el vermemişti. Hem etraftaki tarihi eserlere el yazmalarına ve heykellere bakarak gülüşen arkadaşlarının aksine bir ressam ve müzisyen vardı yanında. Farklı olmalıydı, olmak zorundaydı. Birkaç saatliğine de olsa işletme öğrencisi kafasından çıkmalıydı, hem genç adamla beraber olmak kendisine iyi geliyordu. Eğlenebiliyordu, daha ötesi olabilir mi?
“Alex, sonunda gelebildin. Bir an için ekildiğimi düşünmüştüm. Her neyse!” dedi ve oturduğu merdivenlerden kalktı. Topuklularının üzerinde birkaç basamak inerek genç adama doğru yaklaştı. Gözlerini irice açarak Alex’in içindeki müthiş isteği izah edişini seyrediyordu. “Tamam, tamam. Burası harika bir yer- yani öyleydi önceden hala öyle olmalı. Bugün senin günün diyelim ne istersen yapabiliriz. İçeride bir şeyleri kırıp dökmeme şartıyla elbette.” Dedi ve uyarıcı anne edasında bir bakış fırlattı. Genç adamın omzuna dokunup kendisiyle gelmesi için eliyle işaret verdi. Merdivenlerden yukarı çıktığında hemen kenarda duran rehber haritadan birini kaparak ilgili bir biçimde karıştırmaya başladı. “Hımm, kitaplar var paralar var.. Ahaa, şu kütüphanenin tepesindeki şeye baksana. Yok artık, çökmez mi bu yağmurda? İnsanlar neler yapıyor ve ben iki tahtayı bir çiviyle birleştiremiyorum.” Broşürdeki fotoğrafı sanki olağanüstü bir varlıkmışcasına işaret etti ve ilgi çekmeye çalışan çocukları andıran kahkahasıyla oranın nasıl bir şey olduğunu gözünde hayal etmeye çalıştı. Evet gerçekten hatırlamıyordu öyle bir kubbeyi. “Evet Bay Mclain, günün patronu olarak görmek istediğiniz koleksiyonları, heykelleri, kabartmaları, hiyeroglifleri seçebilirsiniz.” Diyerek broşürü genç adamın eline tutuşturdu. O sırada yavaşça ilerlemeleri turistlerin kendi rehberlerinin etrafında sürü gibi gezindiği antrede finaller için gerekli olan yüksek kredili dersin hocasını dinler gibi pür dikkat kesilmelerini izlemeleri birkaç dakika zaman kaybetmelerine neden olmuştu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alex Mclain
Oxford I. Sınıf | Resim
 Oxford I. Sınıf | Resim
Alex Mclain


Mesaj Sayısı : 573
Nerden : NY

Cluedo Empty
MesajKonu: Geri: Cluedo   Cluedo Icon_minitimeÇarş. Şub. 08, 2012 12:23 pm

Polly harika bir yerde olduklarını söylüyordu, hatırladığı kadarıyla. İngilizlerin problemlerinden biri de ülkelerindeki inanılmaz şeyleri göz ardı ediyor oluşlarıydı. Tamam Amerika da nice ülkenin gözünde cennetti, buna İngilizler de dahil, ama İngiltere'nin doğal havasına sahip değildi. Amerika'da her şey olduğunu söylüyorlardı ama British Museum yoktu mesela. Basamaklarında durdukları müze binlerce yıl öncesine ait bir geçmişi barındırıyordu. Küçük bir çocuğun parasını attığı kumbara gibi gözüküyordu gözüne. Sanat, tarih, her alanda bir şey vardı. Onları ilk elden görmenin keyfini umursamamak bildiğin kibirdi. Elbette o sırada patronunun kibirli biri olduğunu düşünmemekteydi, bunun yerine İngiltere'ye nadir uğrayan güneş ışıklarının saçlarında güzel durduğunu düşünüyordu. Yıllar önce aynı şeyi başka bir kız için de düşündüğünü biliyordu, nedense Cleo ve küçüklük yılları aklında birkaç sembolik öğe olarak kalmıştı; kırmızı bir kurdele, bisiklet, Cleo'nun gülerken kıstığı ışıltılı mavi gözleri, koşarken çözülen bağcıklar gibi. Apollonia tüm bunları hatırlamaya zorluyordu onu. Kendini tutup günümüze odaklanmadığı o boşluk anlarında Cleo'ya açıldığı dönemlerin öncesini hatırlıyordu; mutlu günlerini. Clem ile yakınlaşmalarının Cleo'dan sonra olduğu bir gerçekti -ve Clem'e, Cleo'ya ait hisleri olduğundan yakınlaşamadığı kadar yakınlaşmıştı- ama ondan öncesinde derdi olduğunda mesaj attığı, bütün gün dertlerini dinleyip çözüm aradığı kız Cleo idi. Muhtemelen bir takım derin hisleri olduğunu düşünmesinin sebebi de buydu. Bunların hepsi geçmişte kalmıştı ve Alex hepsini tozlu bir sandığa kapatıp bilinçaltına gömdüğünü düşünüyordu, Apollonia'ya yakın oldukça onların su yüzüne çıkmaması imkansızdı. Bu buluşmayı ayarlamadan önce kendisine Apollonia'dan olabildiğince uzak kalacağını söylemişti, kız çok iyi biriydi ama kişisel sebepleri vardı, gene de telefonu kaldırıp sevimli şekilde dengesiz bulduğu patronunu aramıştı. Kendine verdiği sözleri asla tutamaması ne kötüydü.

Appollonia patronluk taslayan bir anne edasıyla Alex'e bir şeyler kırıp dökmemesini söylerken Alex kendi kendine güldü, çocukken müzelerde koşturup itfaiye arabasıyla oynadığı yıllarda babası da buna benzer bir şey söylemişti. İçeri girerken Apollonia'nın aldığı haritaya baktı görüşüne giren saçlarını geriye attıktan sonra omzunun üzerinden. Bir şeyi işaret ediyordu, haritadaki yazılar çok küçüktü, gömleğinin cebine attığı kemik çerçeveli gözlüğünü takıp yeniden okudu; kütüphane. Tavanının inşasından bahsediyordu. Orayı görmek için heveslenirken gözleri müze planı üzerindeki milyonlarca güzel şeye takılmıştı. İnsanı yutan bir yapısı vardı müzenin. Alex bir sonrakine uyku tulumunu geçirip heykellerin arasında uyuyabilirdi. İstediği yerlere gideceklerdi ama Alex neyi istediğini bile bilmiyordu. Müzede o kadar çok şey vardı ki! Becky British Museum'dan hoşlanmazdı, diğer ülkelerin tarihlerini çalıp kendi turizm sektörlerinde bir değer kazanmak için müze açtıklarını savunurdu ama Alex bundan o kadar da emin değildi, bütün bunları görmek için onlarca ülke gezmesi gerekmeyecekti. Lunaparka gelmiş çocuklar gibiydi, patronu her ne kadar günün patronunun kendisi olduğunu da söylese Alex'in yanında anne görevi gören ve gene gücü elinde bulunduran oydu. "Bilmiyorum bilmiyorum! Tek bildiğim o kütüphaneye girersem canlı çıkamayacağım." Kim bilir nelerle doluydu kitaplık rafları. İlk olarak oradan başlamak demek müzenin sadece kütüphanesini ziyaret edip gitmek anlamına gelirdi. Haritaya son bir göz atıp kot pantolonunun arka cebine tıktı. "Rastgele gidelim, sıkıldığımız yer olursa geçeriz." dedi sıkıldığı yer olabilecekmiş gibi. Para koleksiyonlarına bile camekana burnunu dayayıp bakacağına emindi. Kolunu Apollonia'ya doğru uzatıp "Gidelim mi?" dedi eski filmlerden fırlama centilmen edasıyla. Patronunun eğlenceli biri olması güzeldi, market sahibi şişman domuz ya da Pizza Hut'ın huysuz 'efendisi' de onun gibi olsa dünya çok daha rahat bir yer olurdu.

Bir saat sonra sağır edici sirenler çalmaya başladığında Mısır bölümüne gelmişlerdi.


Kısa oldu üzgünüm ama ara bölüm gibi yazmaya çalıştım hemen her şey bitmesin diye, bir de ucunu açık bıraktım.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Apollonia Chamberlain
Ronnie Scott's | Sahibi
 Ronnie Scott's | Sahibi
Apollonia Chamberlain


Mesaj Sayısı : 262

Cluedo Empty
MesajKonu: Geri: Cluedo   Cluedo Icon_minitimeÇarş. Şub. 08, 2012 4:56 pm

"İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir. İnsan ne kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın ha
yatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır."

Başını hafifçe insanların olduğu yönün tersine döndürüp gözlerini duvarlarda gezindirdi, gezindi gözleri öylece. Yalnızlığın acıları, bir senedir bu genç yaşında onu olgunlaştırıyordu, büyüyordu fark etmeden. Her zaman küçük bir kız çocuğu kalmak şekerlemelerle mutlu olmak istemez miydi? Kırmızı rugan ayakkabılarını cebindeki mendille silip merdivenlerden koşmak, yepyeni elbisesini herkese göstermek için sabırsızlanmak, elini tutan çocuğa duyduğu hissi aşk sanmak belki de gelecekte evleneceklerine dair söz vermek istemez miydi, elbet isterdi, eksik de olsa yapmıştı tüm bunları. Yaşamak kuru değildi, ıslaktı güneş her doğduğunda daha da yakardı tenini, teni de ruhunu geçmişini yakardı. Beklerdi elbet hayatın bal özlü gerçeği, gelecekte de bir şeyler yanacaktı, arkadaşlıklar hayaller belki de kalpler. Bir şeyler sürekli değişime ve yenilenmeye mahkumdu, mutlu olduğun insanla her an mutlu olamazdın, bir şeyler yıkardı aradaki sevgi bağını. Koca halatlar birer birer ayrılır ve iplik parçalarından sonuncusu yere düştüğünde, o insan biterdi, ölüverirdi. Belki de kendine yalan söylüyordu genç kadın, istediği hayatı yaşamıyordu. İlk aşkını annesine anlatmak istiyordu, babasının koyduğu kurallar olsun istiyordu, katı bir baba istiyordu. Roger’ın kendisine itiraf ettiği gerçekle savaşmayı öğrenememişti, acılardan kaçmayı bir şövalye misali ona bakan baba dediği insanın arkasına saklanmayı öğrenmişti. Şimşekler ve gök gürültüleri, küçük bir kızın yastığının altına başını koyuşu gibi biçare anları hep o adamın kalbinin sıcaklığıyla yaşamıştı. Ve sonra, onu da kaybetmişti.
Düşüncelerini boşluğun uçucu havasından kurtarıp etrafa alıcı gözüyle baktı. Gerçek bir İngiliz olmama konusu güzel değildi, buralar onun değildi. Uzun süreli bir misafir gibi tasvir edebilirdi kendisini, senelerdir o kadar çok alışmıştı ki buraya, yaşamı, konuşması, çevresi her şeyi bu ülkeye ait olmuştu. Amerika sadece romanlardan ibaretti kendisi için. Kimileri için acı kimileri için yepyeni bir sayfa, bir kaçış, bir soluklanış, bir özünden koparılış, pişmanlıkların binaların arasında kaybolduğu, güneşin önünde selam durduğu ülke derlerdi ona, bir güneş lafıdır gidiyor diye düşündü lakin inanıyordu ki bir gün oralara kendi cümlelerini kurmak için gidecekti.
Genç adamın uzattığı kola nazik bir şekilde gülümseyerek karşılık verdi. Bu durumlarda sözlü bir cevap olmazdı, en azından film sektörü bunu öğretmişti kendisine. Durdu, aslında sadece zihnini durdurdu. Sanki bir şey daha söylemesi gerekiyordu fakat hatırlayamamıştı.Başta Orta Doğu ve Balkan eserlerinin yer aldığı yöne götürmüştü harita onları. Girişe yakın bir kısımda ufak tabelalar sayesinde ilerliyorlardı. Genellikle eski zamanlarda kullanılan eşyalar ve savaş gereçleri hakimdi camekanların içinde. Her bir camekan platformun için kat kat raflar vardı ve üstlerinden tarihi dokuya zarar vermeyecek spot ışıklar kullanılmıştı. Etrafta fotoğraf çekme derdinde olup etraflarındaki objeleri incelemeyen birçok insan vardı. Yıllar önce kendisi de böyle yapmıştı, üç saatlik gezi programıyla yüzlerce fotoğraf çektirmişlerdi –o bunu yapamamıştı elbet. Özellikle heykellerin etrafında yoğun bir kitle vardı ve makineler bip bip sesleri konusunda adeta birbirleriyle yarışıyordu. Bir zamanlar emindi ki iyi bir kız değildi, büyümeyi beceremiyordu tıpkı yaşıtlarının yüzde sekseni gibi. Şimdiyse, buranın kendisi için ne kadar harikulade olduğunu yeni fark ediyordu. Geçmişe bir ihtiyaç duyuyordu sanki, kendi geçmişi değil başkalarının, hiç tanımadığı insanların kendi küçük tarihlerine ihtiyaç duyuyordu. Sonra o tarihler çağlar yaratırdı ve bugüne ulaşan her şey kıymetli birer değer olurdu, tarih her seferinde aynı oyunu oynar, ama hep aynı oyunla büyük şovuyla hayran bırakırdı insanlığı.
Büyük İskender’in -III. Aleksandros- heykeline doğru bakınarak dudaklarını büzdü ve “Pekala yakışıklı bir adammış fakat nasıl bir güçtür ki o kadar şehri alıp, aynı güç kendi kendisini öldürebilsin? İnsanların gözlerini irice açıp baktıkları liderler niye uzun yaşamaz? Niye ölürler de ardından başkalarını götürürler, neden bir şeyler daha yapamadan Tanrı onları yanındaki sofraya davet eder, bilmiyorum. Ve hiçbir zaman da anlam veremedim.” O sırada Alex camekana iyice yaklaşıp eğilmiş ve altta yazan bilgi plaklarını okumakla meşguldü. Bir an dinlenilmediğini düşündü Polly. Belki de saçmalamıştı ve genç adam kendisine gülmemek için ilgi göstermemeye çalışıyordu. Durumdan sıyrılarak ona doğru yaklaştı ve uzun saçlarını inceledi, gürdü. Birkaç tutamı gömleğinin yakasından içeri girmişti. Koyu ve parlak saçlar eğildiği zaman özellikle öne geldiğinden ötürü mutlaka Alex’e zorluk çektiriyor olmalıydı. “Hey, böyle her bir parçaya aşık olursan emin ol ki müzenin dörtte birini bile gezemeyeceğiz. Yunan ve Roma uygarlıklarını görmezsen içinde kalır söylemiş olayım. Eğer istersen, Firavun mezarı bulup içine saklanabiliriz, belki kameranın üzerine bir şey yapıştırırsak görmezler de bizi. Lakin soğuk olabilir, bırr koskoca bina ” dedi ve ister istemez Alex’in kolundan çekerek –aslında sadece nazik, dişi bir araç çekme makinesi formunda- onu kendisiyle ilerletti.
Bölümün çıkış kapısına geldiğinde yeni bir şeyler görme umuduyla Msıır bölümüne geldiler ve henüz etrafı keşfetmelerine zaman kalmadan şu panik edici sesi duymaya başladı, adeta öldürücü bir tınısı vardı. Ne yapacağını bilemeden ağzını istemsizce açtı, birkaç saniye anlamsız ifadelerle etrafa bakınan insanları seyrederken “Alex, bi-bir şey oluyor, çalıyorlar o zilleri.. Iı, buradan gidebiliyor muyuz çıkarırlar mı bizi, hırsıza benzemiyoruz değil mi polis istasyonuna götürmezler değil mi?” dedi ve genç adamın kolunu adeta kendisine siper ederek polis fobisinden kurtulmaya çalıştı, sakin olmalıydı. Tamam o şey hala bangır bangır etraftaydı ama yalnız değildi. Az sonra sesler susardı, bir hata yapılmış olmalıydı bir çocuk su filan dökmüştü de alarmlar çalmaya başlamıştı belki de, olamaz mıydı?
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alex Mclain
Oxford I. Sınıf | Resim
 Oxford I. Sınıf | Resim
Alex Mclain


Mesaj Sayısı : 573
Nerden : NY

Cluedo Empty
MesajKonu: Geri: Cluedo   Cluedo Icon_minitimePtsi Şub. 13, 2012 4:37 pm

Her şey İ-NA-NIL-MAZ-DI. En ufak şeyin bile, bir madeni paranın mesela, milyonlarca para edebileceği kadar değerli olduğu bir yerdeydiler.Ondan da öte, koca geçmişim içinde yürüyorlardı. Geçmişin sadece onda birini çözmüş insanlığın bulduğu basit şeyleri inceleyen Alex mutluluktan çıldırmış bir köpek gibi etraftaki şeylere bakıyor, bilgi içeren notları çok satan bir kitap gibi heyecanla okuyordu. Etraftaki herkes bir şeyler çekiyordu, anlaşılan fotoğraf-makinesi-yasak müzelerinden biri değildi. Alex bir kere Hollanda'da öyle bir müzeye denk gelmişti, Van Gogh müzesi olmalıydı, fotoğraf makinesini flaş kapalı moda getirip sessize almış, elinde bir sürü bulanık fotoğrafla eve dönmüştü. Fotoğraf makinesini yanına almış olmayı diledi ama orada olmak bile güzeldi. Hamlet'i oynadığı zaman,ki bu rol için uygun bir tipi olmadığını söylediği halde oynamak zorunda kalmıştı, onca insan karşısına çıkmıştı ama müzedeki kadar mutlu hissetmemişti. İngiltere'ye geleceğine karar verdiği anda gitmeyi düşündüğü yerler, yapmayı planladığı şeyler olmuştu. British Museum yanına tik atabilirdi. Sonuçta bir turistti ve insanlar İngiltere'ye ilk geldiğinde London Eye ve British Museum'u akıllarından çıkaramıyordu. Alex de onlardan biriydi.
Büyük bir heykelin önüne geldiklerinde Alex heykele bakmadan bilgi plakalarından birini okuyordu hevesle. Önce okuyup sonra incelemeyi seviyordu. Heykelin inanılmaz gerçekçi işlenmiş kas yapısını, uzuvlarını incelemeden önce kim olduğunu öğrenmek, birisiyle yatmadan önce onu tanımak gibiydi. Alandan çıkarlarken Alex arka cebinden haritayı çıkarıp nereye doğru gittiklerine baktı; Mısır. Mısır'a karşı hep yoğun ilgisi olduğundan içinde sıcak bir his oluşmuştu, o an onu koşmaktan alı koyan tek şey Apollonia idi. İlkokuldayken küçük bir tiyatro oyununda Anubis'i canlandırması gerekmişti, o günden beri mısırın altın renkleriyle süslü tarihini ve mitolojisini ilginç buluyordu. Çoğu Amerikalı Mısır'ın nerede olduğunu bile bilmezdi, onlara göre dünya sadece Amerika kıtasından oluşuyordu. Ya da ilkokulda British Museum'a getirilen kimi İngiliz için Mısır İngiltere'deydi. Belki de Becky'nin itiraz edip durduğu nokta buydu. Önemli değildi, anı aklındaki soru işaretleriyle bozmayacaktı. Zaten sirenler onun için anı bozmuştu bile.

Alex çalınan sirenlerle alarm haline geçip kasılmıştı. Polly telaşla bir şeyler geveliyordu, Alex onun yanında oldukça sakin görünüyordu. Bulundukları alanda birkaç kişi daha etrafına bakınıyordu kaşlarını çatıp. Elini endişelenen Apollonia'nın omzuna koydu. "Burada bekle, birazdan dönerim." Sesi sakindi, az önceye kıyasla çok daha olgun duruyordu. Çocuksu heyecanın yerini soğukkanlı bir yetişkin almıştı adeta. Kriz anlarında sakinleşebilmesi işe yarayan bir özellikti, bunu CVsine bile yazdırmıştı. Polly'nin yanından geçip koridoru döndü, yanındaki portreleri hızla geçip yetkili görünen birine bakındı. İnsanlar aralarında konuşarak üzerine doğru geliyordu, bir adama sertçe kendisine çarptığında dönüp arkasından baktıysa da adam durmamıştı. Kaşları çatık insanların arasından geçmeye devam etti, ters şeride girmiş bir araba gibi hissediyordu. Sonunda koyu renkli takımı olan adamı gördüğünde durdu, güvenlik görevlisi gibi giyinmişti. Yanındaki kadınla konuşuyordu, kadın adama bağırmaktaydı. Sonunda adam kaba bir el hareketi yaptığında kadın lanet okuyup adamdan uzaklaştı. Neler olduğunu öğrenmek için mükemmel bir fırsattı. "Affedersiniz ama neler oluyor?" Kadın Alex'i ilk kez görüyormuşçasına huysuzca baktıktan sonra yumuşadı. Alex'in koyu gözbebekleri merakla kadının üzerinde dolaştı. "Hırsızlık olayı yaşanmış, bilmemkimin gerdanını mı ne aşırmışlar. Herkesin müzede kalması isteniyor. Lanet olsun, kızımın gösterisine gidecektim." Alex kadının yakınmalarını dinlemedi, yarım ağız bir üzüntü göstergesi cümle ile yanından ayrılırken Polly'nin yanına gidebilmek için koridora doluşmuş insan denizini aşması gerekiyordu. Özür dileyerek insanların aralarındaki küçük boşluklar geçerken uğultu dayanılmazdı, herkes hep bir ağızdan şikayetlerini beyan ediyordu. Bazıları bağırıyor, bazıları mırıldanıyordu ama sonuç aynıydı; gürültü. Polly'nin yanına vardığında kızı bıraktığı gibi buldu. "Hırsızlık. Bir süre burada kalacakmışız. Dert etme, bir şey olmayacak." Ne kadar sakindi. British Museum'da kalma fikri rahatsız edici değildi çünkü. Alt tarafı bekleyecek, birileri onlara neler yaptıklarını nereye gittiklerini falan sorduğunda yanıt verecek ve gideceklerdi. Bu müzede dolaşmak için çok daha uzun zaman anlamına geliyordu. Sorun değildi yani. Alex sakince omuz silkip ellerini cebine attığında telefonu sandığı ağırlığın telefonu olmadığını fark etti, öyleyse arka cebinde bir fazlalık vardı. Cebindeki elinin parmakları pürüzlü bir şey üzerinde gezindiğinde buz kesti, mücevheri andırıyordu yüzeyi. Gözleri kocaman açılmış bir şekilde Apollonia'ya bakarken mırıldandı. "Sözümü geri alıyorum sanırım olacak. Sıçtık."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Apollonia Chamberlain
Ronnie Scott's | Sahibi
 Ronnie Scott's | Sahibi
Apollonia Chamberlain


Mesaj Sayısı : 262

Cluedo Empty
MesajKonu: Geri: Cluedo   Cluedo Icon_minitimePaz Şub. 19, 2012 7:37 pm

Alex diğerlerinin arasına doğru ilerlediğinde etrafına doğru bakındı, gerçekten de bir şeyler ters gidiyordu bu gidişatın en büyük göstergesi insanların yüzlerindeki o umutsuz ve telaşlı ifadeydi. Burada belki de saatlerce kalmaları gerekiyordu ve yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Planlarını ertelemek zorundaydılar, eve geç saatlerde gitmek zorundaydılar, tatil programlarından bazı noktaları çıkarmak zorundaydılar ve buna benzer bir dizi olay.. Polly ve Alex öyle mühim bir gün yaşamadıklarından ötürü olaydan en az etkilenecek insanlardı. Şöyle bir düşündüğünde Alex’in kendisine iyi geldiğini fark etti, kafasını dağıtıyordu ve neşe veriyordu. Barı çekip çevirmek için fazlaca toy olan genç kadın kendi hayatından verdiği tavizleri Alex üzerinden amorte edebiliyordu ki bu kendisi için epey büyük bir artıydı En iyisi de karşısındakini çok fazla sorgulamayışıydı, insanlardan sakladığı gerçekleri kime söyleyip söylememe konusundaki bocalamasına bir yenisini eklemek zorunda kalmıyordu onun sayesinde. Ve diğer caz severlerin aksine gençti, hatta genç kadının kendisinden bile genç, oldukça şaşırtıcı bir gerçek.
“Güzel, hatta harika. Buradan çabucak çıkarsak sana dondurma ısmarlayabilirim, benim hakkımı yiyebilirsin boğazım şişiyor zaten.” dedi ve mutlu bir ifadeyle sırıttı. Çıkarlardı buradan, emindi, sonuçta o kadar acayip insan varken etrafta bu ikili gayet normaldi. İşin içinde Polly ve normalin olmasının ironikliği de ayrı meseleydi tabi.
Genç adamın son sözü üzerine inanmayarak başını öbür yöne doğru çevirdi, bu oldukça sık yaptığı bir hareketti. Doğruydu, sıçmışlardı. “Hayır, yok artık. O değil, olamaz. Şaka de bana, şaka olduğunu söyle. Alex, söyle şunu! Bak güldüm, itiraf et artık.” Genç adamın ses vermeyişi kadar iyi bir cevap olamazdı herhalde. Başını sallayarak genç adamı köşeye doğru çekti ve “Pekala o şeyden kurtulmak zorundayız. Bize ait değil, buraya da ait değil. Kime ait olabilir? Oradakilerden hangisi almıştır, niye filmlerdeki gibi lazerli gözlüklerimiz yok, neden mimiklerinden suçlu olup olmadığını anlayamıyoruz insanların, kahretsin beden dili kurslarını hep saçma bulmuştum oysa.” Ne dediğini bilmiyordu, özüne bakılacak olursa demek istediği bir şey de yoktu Sadece durumun şaka olduğunu duymaya çalışıyordu, saçmalamaya başlayınca kamera şakası olduğunu söyleyen bir mikrofon gelirdi belki. Gelmiyordu. Bekledi lakin hala kamera ortalıkta değildi, mikrofon da yoktu bittabi.

Aklına bundan kurtulmak için herhangi bir muzip fikir gelmiyordu, kafası her zamanki gibi çalışmıyordu işte. Lavabonun önünde oluşan kuyrukla mücadele etmeye çalışan esmer güvenlik görevlisi kadını gözüne kestirdi. Korkup da ağlayan çocuklar yüzünden lavabonun kapısı tam bir kargaşaydı. Annelerine binbir nazla ‘çişim var’ deyip sonra içeride öylece bekleyen ufaklıklar ve manasızca ağlayıp yüzlerini temizlemeye çalışan ergen genç kızlar orayı tam bir işgal alanına çevirmişti. Fırsattan istifade hemen oraya yöneldi. “Benimle gel, sanırım o şeyden kurtulabiliriz.” Dedi ve özellikle pantolonunun o cebinden uzak duracak şekilde Alex’i yanında yürüttürmeye başladı, o bir çocuk değildi ama Polly kendini bunu yapmaktan alamıyordu. “Ne yapıyoruz?” Polly düşünmeden cevapladı, “Deneme bir-iki-üç”
Kapının önüne geldiğinde güvenlik görevlisi Alex’i dikkatlice süzdü. Bu durumun genç adamı rahatsız edip etmediğini bilmiyordu lakin yine de umursamayıp kulağına doğru eğildi ve ”Çantayı aldığında, bir şekilde cebindekini içine at, hemen at kadın sana bakacak yoksa.” Dedi ve elindekini aceleyle uzattı. Kafasındaki plan henüz sekteye uğramamıştı. Sırada kadını inandırmak vardı. Kadınlar tuvaletinin önünde erkek görevli olmaması iyi bir şanstı. “Merhaba, şey bakar mısınız?” “Buyrun, dinliyorum sakın makyajınızı düzelteceğinizi söylemeyin, izin veremem. O.. çapkınlık yapamayacak kadar olaydan etkilenmiş gibi.” Polly hiç beklemediği bir tepkiyle afallamıştı. O? Kim? Bir dakika, Alex’den mi bahsediyordu, cidden ondan bahsediyordu. Hiç üzerine alınmayarak devam etti. “Hayır hayır. Şey, ben.. Sakın sesli cevap vermeyin haberi yok, iki buçuk aylık hamileyim ve lavaboyu kullanmam gerekiyor. Siz de bir bayansınız, umarım beni anlayabilirsiniz. Sadece iki dakika sürecek.. Ve-“ Güvenlik görevlisi durumu çok da uzatmadan Apollonia’yı durdurdu ve “Anladım tamam, acil durumlar için töleransımız var. Yalnız çabuk olun diğer hanımlar tepki gösterebilir. Ve o herife hemen söylesen iyi edersin.” Dedi kısık bir sesle.
Polly cidden şanslıydı, kafasının dibinde cik cik öten talih kuşunu görmemesi neredeyse imkansızdı. Anlayışlı insanlarla karşı karşıya gelmek evrenin en büyük hediyesiydi belki de. Hiçbir şey söylemeden çantayı Alex’den aldı ve içeri geçti. Tuvalet kabinlerinden birine girmeden önce bebek bezi veren otomatların birinin önünde duran arabaya baktı ve her ne kadar vicdanı sızlasa da çantanın içindeki sert şeyi –ki bir kolyeydi yüksek ihtimal- bebeğin hemen üzerinde duran ince örtünün altına attı Kimse bakmıyordu ve bir emzirme odasına kamera konulmazdı. Suçluydu Polly, resmen Alex’e yaptıklarının aynısını başkasına yapıyordu lakin filmlerde bu vakayı yaşayan anneler hep kurtulmuştu. Vicdan azabıyla karışık bir mutlulukla tuvalet kabinine girip öylece bekledi ve sahte bir şekilde sifonu çekip ellerini yıkadı. Sakindi, gayet sakin. Kafasını çevirdiğinde bebek arabasının gittiğinin farkına vardı. Bu demek oluyordu ki ters bir durum yoktu ortada.
Apollonia-woman. Evet tam bir süper kahraman adı olmasa da bir şeyleri başarmıştı. Kapıdan çıktığında güvenlik görevlisine teşekkür eden bir gülümseme çaktı ve beklemekten bezmiş gibi görünen genç adama doğru yürüdü. “Apollonia, neler olduğunu anlatacak mısın?” Makul bir soruydu. “Yaklaşık altı buçuk ay sonra baba oluyorsun, kutlarım. Hımm, onun dışında sanırım kurtulduk. Buradan uzaklaşmalıyız.” Dedi. Muzip bir gülümsemeyle köşeyi dönerek krem rengi duvara yaslandı. İstemsiz bir şekilde çektiği oh’la kollarını iki yana doru açıp dikkat çekmeyen sevinç gösterisine girişti. İnsanlar kontrol edilerek dışarıya salınacak, ardından şüpheli kişiler polis tarafından sorguya çekilecekti. O bebek arabasından önce çıkışa ulaşmaları kendileri için epey sağlıklı olurdu.

güzel olmasa da düşünürken çok eğlenmiştik biz hehe
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alex Mclain
Oxford I. Sınıf | Resim
 Oxford I. Sınıf | Resim
Alex Mclain


Mesaj Sayısı : 573
Nerden : NY

Cluedo Empty
MesajKonu: Geri: Cluedo   Cluedo Icon_minitimeC.tesi Şub. 25, 2012 12:24 am

Polly altı buçuk ay sonra baba olacağından bahsettiğinde bu tip esprilere verdiği tepkiyi verdi; başı geri giderken yüzünü ekşitti ve 'ıggh' sesi çıkardı. Birileriyle çok yatıp kalktığından bu tip esprilere çok maruz kalıyordu, bir keresinde acımasız tek gecelik ilişkilerinden biri, adı Miranda mıydı neydi kızın. karşısına gelip karnını ovarak hamile olduğunu söylediğinde düşüp bayılacak gibi olmuştu. Doğrusu bu tip bir şeye hiçbir zaman hazırlı değildi olmayacaktı da. Küçük çocukları sevmiyordu bir kere. Saçını çekiyor ya da tükürüyorlardı. Bebeklerde ise konu daha farklıydı, Alex bebeklerin yanında kendini rahat hissetmezdi, bebekleri kucağına aldığındaysa gerçek anlamda bir heykele dönüşüyordu stresten. Tüm bunlara rağmen istisna olan bazı çocuklar vardı, sessiz, sakin, yetişkini andıran küçük çocuklarla zaman geçirmek güzeldi. Yine de çocuk sahibi olmak? Hayır öyle bir şey olmayacaktı.
Polly'i takip etti, duvara yaslanıp derin nefes alırken onun gibi saklanma ihtiyacı duymamış, koridor ile sağa sapan koridorun ortasında dikiliyordu. Nefes nefese kalmış gibi başını duvara yaslamış soluklanan Polly'e bakarak kaşlarını çattı. Thelma and Louis gibi mi olmuşlardı? Gerçekten neler olduğunu merak ediyordu. Polly rahatlamışçasına iç çekerken Ale x etrafı kolaçan edip Polly'e doğru yaklaştı. "Apollonia, neler oluyor? Gerdanlığı tuvalete atıp sifonu çekmedin ya?" Gideceğini sanmıyordu, büyük bir taş vardı üzerinde. Gidere tıkanıp kalırdı. Bir anlığına bir tarihi eseri elinde tutmuş olmanın heyecanını yaşadı. O anda başına gelebileceklerin görüntüleri zihninde parlarken heyecanlanmanın pek imkanı olmamıştı. Kim bilir kimin kolyesiydi o. Şimdi bilinmezliğe doğru yola çıkmış olması ne kötüydü ama Alex hapse girmek istemiyordu. Güzel bir seçenek gibi görünmemişti bu.
"Hey!" Üçüncüye duyuyordu aynı adamın sesini, dönüp geldikleri yere baktı. Lacivert gömlek ve pantolon, plastikten olduğundan şüphelendiği yaka rozeti, koyu tenine tezat duran bembeyaz dişler, bir çift kara gözbebeği. "Sen." Neden ben, diye düşündü Alex. Ne için? Ne yapacaktı? Adam güvenlik görevlisi gibi görünüyordu. Yanından geçen kadına baktı ve bir stres belirtisi aradı, kadın gayet ifadesiz görünüyordu. O zaman kendisinin stres yapmasının sebebi neydi? Oh, sahi, cebinden çalınan gerdan çıkması, evet. "Ben mi?" dedi etrafına bakıp kendini işaret ettikten sonra. Apollonia'nın bakışlarını üzerinde hissediyordu. Saçları seyrelmiş bıyıklı güvenlik görevlisi bir adım atıp belindeki kemeri yukarı çektikten sonra başını salladı. "Evet evlat, senden bahsediyorum." Tekrar kendisinden bahsedip bahsetmeyeceğini soracaktı ki adamın yanındaki kadını gördü. Şu tuvalet bekçisi. Kendisiyle konuşan adamın kulağına bir şeyler fısıldadığı sırada göz teması kurmuşlardı. Elbette kendisinden bahsediyordu. Lanet! Böyle durumlarda soğukkanlılığını koruyamıyordu Bir kadının gözlerinin içine bakarak yalan söyleyebilir ya da çeşitli işlerden büyüleyici gülümsemesi ile kurtulabilirdi ama bu? Ulusal müzedeydiler. Gergin hissediyordu. Apollonia'ya dönüp baktığında kızla göz göze geldiler. Herhangi bir konuşma kalabalığından kurtulmak için hızla yürümeye başladı, söyleyeceği her şey onu daha da ürkütecekti yoksa Apollonia'nın konuşmasını sevmediğinden değil. Arkasına dönüp bakamadığından Polly'nin bakmadığını bilmiyordu. Adam onu önden yürütüp arkasından takip ederken suçlu hissediyordu. Olayda hiçbir rolü yoktu, sadece ulusal müzeyi görmeye gelmişti, ama kaçma dürtüsünü zor zapt ediyordu. Düz gri renkte bir kapının önüne geldiklerinde eğilip kapıyı önden açtı ve geçmesini işaret etti. Kibarca işaret etmişti ama bu bile gerilmesine yetiyordu. Sakin olmalı, oyununu oynamalıydı. Sonuçta suçlu değildi, gerdanlığı cebinde bulmadan önceki gibi davranabilirse...

Duvarlar kapı ile aynı renkteydi. Küçük bir masa, karşılıklı iki sandalye bulunuyordu. Odanın düzenine bakılırsa burası bu tip bir şey için hazırlanmış sayılmazdı, muhtemelen kayıp eşya odası gibi bir şeydi. Alex kendisi için boş bırakılmış sandalyeye oturup kaykıldı ve karşısındaki sarışın kadına baktı. Kadın CSI'dan fırlamış gibiydi, kahküllü düz sarı saçları omuz hizasında düz kesilmiş, ciddi ve otoriter bir hava katmıştı. Burada değil de barın birinde tanışsalar onun hakkındaki tüm incelemelerini yapardı; kontrolü elinde tutmayı seven tiplerden olduğunu, patronluk tasmalayı seviyor gibi görünse de büyük olasılıkla içinde pasif taraf olma dürtüsü olduğunu, şimdi yüzüne yerleştirdiği soğuk bakışların tamamen formaliteden, korkutma amacı taşıdığını, dudağının kenarındaki küçük, belli belirsiz kıvrıma göre insanları korkutmayı ve doğal olarak da işini sevdiğini söylerdi. Ama sizi ürküten insanlara yazmanız mümkün değildi. "Adınız nedir?" Alex sıkılmış görünmek için göz temasını kesip sıkıntıyla nefesini dışarı verdi, içinde çığlıklar atıp duruyordu halbuki. "Alex Mclain." "Alex, peki, sana birkaç soru soracağız, lütfen hepsini dürüstçe cevapla. Doğru çıkmazlarsa anlarız, seni temin ediyorum." Alex ellerindeki titreme belli olmasın diye dirseklerini masaya koyup parmaklarını kenetledi. "Dinliyorum." Babam olsa benimle gurur duyardı, diye düşündü. Stres anında oldukça soğukkanlı görünüyordu. İşi devretme arzusuyla ilgili birkaç şey söylerdi muhtemelen. Sorular gelmeye başlamıştı. Kaçta geldiği, kiminle geldiği... "Karımla geldim." dedi Alex sakince saçlarını geri tarayıp. Hamile muhabbetine göre bu olmalıydı, eğer Polly kapıda sevgilisi olduğunu ve yırtık bir kondomla hamile kaldığını söylemediyse. Bayan polis biliyordu, tek başıma geldim diyemezdi. Kendini kurtarmak için yalan söylemesi gerekmişti. Nereleri gezindiklerini cebindeki haritadan işaret etti. Mısır bölümüne gelmemişlerdi, bu doğruydu. Doğal olarak bu onları şüpheli listesinden çıkarıyordu. Şimdi bu sorgudan sonra gitmeleri gerekecekti ama sorun değildi. Olaydan sonra burada kalmak istemiyordu zaten.
Kadın sessizce düşündükten sonra ayağa kalktı resmiyetle. "Bu kadarı yeterli sanırım. Teşekkürler." Elini uzattı, Alex sıkmak için ayağa kalkarken ileri uzanmıştı, bu sırada gömleğinin yaka cebindeki gözlük ve sakal masanın üzerinde buldu kendilerini, gözlük kayarak kadının hemen önünde durdu. O anki sessizliği hiçbir zaman diliminde yaşamamıştı Alex, ikisi de ellerini uzatmış, Alex'in gözleri kocaman açılmış, kadın ise sakince önüne bakıyorken aniden başını kaldırdı, gözleri alev alevdi. "Bakın, açıklayabilir--" "Bay Mclain'in eşini getirin lütfen. Hemen." Kadın gözlerini ayırmamış, dudaklarını büzmüştü. Alex kaşlarını kaldırırken yutkundu. Bugün pek talihsiz bir gündü ve tek dilediği şey kurtulmaktı. Hapisten, suçlamadan, her şeyden.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Apollonia Chamberlain
Ronnie Scott's | Sahibi
 Ronnie Scott's | Sahibi
Apollonia Chamberlain


Mesaj Sayısı : 262

Cluedo Empty
MesajKonu: Geri: Cluedo   Cluedo Icon_minitimeC.tesi Şub. 25, 2012 10:05 pm

“Okulu bitirmekte zorlanmış olabilirim ama aptal değilim, elbette sifonla kolye arasında o şekilde bir eylem gerçekleştirmedim Alex. Sadece.. Hımm sana yapılana benzer bir şey yaptığımı inkar etmeyeceğim.” Etrafa olaylardan ilgisiz bir bakış atan genç kadın belki de rahatlamanın verdiği o gevşeklikle kendi kendine hiçbir şey olmadı yalanını söylemeye başladı, birkaç kez yinelediğinde işe yarıyordu.
İri yarı adam onlara yaklaştığında kuyruklarından uzayan bir dizi yalanın onları suçsuz konumdan çıkaramayacağının farkına vardı. Ciddi anlamda bu sefer sıçmışlardı. Buraya gelmemesi gerekiyordu, müzeleri sevmezdi, yo hayır müzeleri severdi. Açıkçası müzelere karşı nötrdü bugüne kadar. Şimdiyse çılgın bir grafikle müzeyi önce sevmiş sonraysa nefret etmişti. Yarım saat sonra o demir parmaklıkların arasına girebilirdi. Roger olsaydı yakası kurtulurdu lakin- Hayır Roger da bir şey yapamazdı. Babalar her zaman evrenin en güçlü insanı değildi, şimdiyse tüm hayatını sıfırlayacak bir bataklığın içine düşmüştü. Hayat hala çekilesi olabilirdi, hala hayattaydı ve bu soğukkanlılık rolünü oynamaya devam ederse özgür bir pinokyo olarak çıkabilirdi. Sonuçta özgür olacaktı, pinokyoluğa razıydı.
Ama bu hak-sız-lık-tı. Genç adam o iri yarı korkunç şeyle beraber giderken az önceki anlamsız bakışma epey korkutucu gelmişti. Arkasını bile dönmüyordu, korkuyor muydu? Tamam erkekler de korkardı, onun korkması gayet normaldi. Polly az çok büyümüştü, bir şeyleri kontrol etme ve kriz masasını yönetme yetisine sahip olması gerekirdi. O bir çocuk değildi, zora düştüğünde mızmızlanıp elini ayağına dolandırmamalıydı. Altı üstü olay hakkında bir fikri olmadığını söyleyecekti. Şayet Alex her şeyi itiraf et- Alex öyle bir herif değildi.
Kapının önündeki bekleyiş saatin tiktaklarla çalıştığını kanıtlar nitelikteydi, hala içerideydi ve kimbilir neler söylemişti Keşke bir şekilde duyabilseydi, ifadeleri uymazsa bu sefer bütün gözler onların üzerine çekilecekti. Genç adamı daha iyi tanıyor olmayı diledi, keşke uzun süreli bir arkadaşlıkları olsaydı. Bu onun düşündüklerini anlamaya yardım ederdi. Belki de Joe gibi insan sarrafı olmaya adamalıydı kendini, birini gözlerinin içinden tanımalı ve ne yapacağını birkaç saniye öncesinde hesap edebilmeliydi. Eh, yetenek işi.
Alex kapıdan çıktığında dişlerini sıkıyor olduğunu fark etti, işlerin ters gittiğini anlamak için Joe olmasına gerek yoktu, Apollonia zekası bile bu iş için yeterliydi. Ayrıca saçlarının ucunu gördüğü kadının ses tonu ayağını denk almasına dair önemli bir işaretti. Bir şeyler tam da kafasındaki felaket senaryosu gibi işlemişti, bir halt edip içinden sıyrılamıyorlardı. Sıkıntıyla dudağını ısırarak içerideki otoriter ve biraz da sinirli sesle komut almış evcil hayvan gibi hissetti kendini, en ufak bir diretme göstermeyerek az önce genç adamın çıktığı kapıya yöneldi. Esmer adam ve az önce iyi biri olarak tanımladığı bayan güvenlik görevlisi şimdi korku tünelinin içindeki canavarlara benziyordu, ışıklar kapanacak ve kırmızı gözleri ortaya çıkacaktı ve sonra—Tamam oyalanmayı kesmeliydi.
Adımını iyice sıkılaştırıp saçlarını kulağının arkasına attı ve sanki bu işi her gün yapıyormuş edasında elini boynuna doğru götürüp sıvazladı. Sıcağı hissedebiliyordu. Karşısındaki sorgulayıcı gözün sahte gülümsemesi üzerine sandalyeye bıraktı kendisi. “Pekala, isminizi öğrenelim” Soyad meselesi, al işte soyad meselesi bir sıkıntıydı, az önce iki buçuk aylık sanal çocukları yüzünden sanal evlilik gerçekleştirmişlerdi. “Apollonia Chamberlain. Şey, soyadı meselesini açıklayabilirim, eşim İngiliz vatandaşı değil, o yüzden henüz sadece kilise huzurunda evliyiz. Ailevi problemlerden kaynaklanıyor ve--” “Bu bizim sorunumuz değil, şu şeylerin eşinizle ilgisi ne?” Gayet sağlam bir soruydu. O şeyler neydi ki Alex’le ilgisi vardı? Belki de sarışın kadın Polly’yi deniyordu, yalan söyleyip söylemediğini ölçmek için. Yemi mi yiyecekti yoksa kadının dürüstlüğüne mi inanacaktı bilmiyordu. Cidden o şeyler ne alakaydı? “Bilmiyorum, Alex’e ait olup olmadığını. Drama kursuna gidiyor, bugün sabah da gitmişti. Rolüne çalışmak için almış olabilir, bana söylemedi.” İnandırıcı olup olmadığını bilmiyordu lakin ortalama bir cevap vermişti. Onu deniyor olsaydı da bu cevap durumu açıklardı. Gözlerini olabildiğince kaçırmamaya çalıştı, tabi dikmiyordu da. Bir filmde görmüştü, gözünü dikmek iyi değildi.
Alex’in diğer konuşmalarını da doğruladıktan sonra kimliğini uzattı, ardından işi bitmiş gibi kapıdan çıktı. Soyadı meselesi canını sıkmıştı, genç adam afallayabilirdi. Ama bu kendi suçuydu işte, karışıklık yaratmamaya çalışıp her şeyi karıştırmak gibi olağanüstü yetenekleri vardı ne de olsa. Alex’e doğru yaklaşıp “Kadın sadece bakarak öldürüyordu, bu arada kiliseye karşı olduğunu sakın söyleme” Güvenlik görevlisi kadının kendilerinin üzerindeki bakışını hissedip sesini arttırdı. “Ve buradaki işimiz bittiğinde meyveli yoğurt almamız gerektiğini unutma.” Hadi canım. Çok inandırıcıydı. Sarışın kadın yüzü asık bir biçimde dışarı çıktığında üç dediğimde kaçıyoruz cümlesini kurmamak için kendini epey zorlamıştı. Kanın damarlarında çok daha hızlı aktığının farkındaydı, nabzı dakikada yüzün üzerine çıkmıştı. İri yarı esmer adam beklenmedik bir biçimde Alex’in bileklerinden tutup etkisiz hale getirdi. Polly gözlerini irice açmıştı, gördüklerine inanmayan bir edada kaşlarını bir araya getirdi henüz aradan bir saniye dahi geçmemişti ki sağ adımı istemsiz bir şekilde kasıldı.
“Kolye nerede, hemen söyle!” Hayır, anlatmamalıydı. “Ben.. Bende değil bilmiyorum.” Umutsuzca kafasını geriye doğru attı. Buradan sonra olayı çevirebileceğini hiç sanmıyordu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alex Mclain
Oxford I. Sınıf | Resim
 Oxford I. Sınıf | Resim
Alex Mclain


Mesaj Sayısı : 573
Nerden : NY

Cluedo Empty
MesajKonu: Geri: Cluedo   Cluedo Icon_minitimePtsi Mart 05, 2012 10:05 pm

Bilekleri sızlıyordu ve adam bırakacak gibi görünmüyordu. Sıradan bir müze gezisi nasıl bu noktaya gelmişti? Kolye neredeydi? Kimdeydi? Başı belada mıydı? Bu olaydan nasıl kurtulabilirdi? Kafasında bir sürü soru vardı ve sinekler gibi vızıldayarak uçuşuyorlardı. Tek kesin kararı vardı; işin altından kendi isimleri çıkarsa suçu üstlenecekti. Polly'dense kendisine bir şey olmasını tercih ederdi, bunun birincil sebebi kendisine olan şeyleri umursamıyor oluşu, ikincil sebebi Polly'nin Cleo'yu inanılmaz derecede andırdığı gerekçesiyle ona bir şey olma ihtimalinde vicdan azabından kıvranacağı, üçüncül sebep ise Polly'nin böyle bir durumda aşırı stres yapacağını düşünüyor olmasıydı. Sebebi ne olursa olsun 'evet-gerdanlığı-çalan-azılı-suçlu-benim' rolüne bürünmeye hazırdı. Adam adam iri pençeli bir ayı gibiydi ve canının yanmadığını söylese yalan söylemiş olurdu. “Ben.. Bende değil bilmiyorum.” dedi sıktığı dişlerinin arasından. Saçları gözüne giriyordu ki onları geriye atabilse adamın kolunu kırmasına bile razıydı. Adam gücünü arttırdığında Alex'in kilitli dişleri açıldı. "Ha-hasiktir." Dudaklarından bir küfrün kaçmasına engel olamamıştı, kolu daha fazla acımasın diye adamla beraber döndüğünde gözüne bir şey takıldı. Tanıdık bir şey. Kalabalık arasında lacivert kapüşonlu süveter giymiş biri vardı ve onu daha önce görmüştü. Resme olan ilgisi görsel hafızasını fotografik olarak çalıştırıyordu. O süveterli adamı daha önce görmüştü ve zihin ona önemli biri olduğunu haykırıyordu. Ama hatırlayamıyordu! Örümcek içgüdülerini andıran bir his vardı, bir karıncalanma gibiydi. Zihnini zorladı, aklı bambaşka zamanlara gidiyordu. Halbuki unutulmayacak bir tip de değildi, kalın camlı gözlükler, cılız bir bıyık, düzgün taranmış saçlar... Superman'in Clark Kent haline benziyordu. Adamı tanıyordu. Konuştuklarına emin değildi ama yakın bir zamanda görmüştü. Onca insan arasında göz göze gelmeleri rastlantı olamazdı. Adamın gözlerinden bir korku duygusu geçti. O duygu, gözlerinden geçen korku, onu ele vermişti. Kaşlarını çatmış, dış seslerden sıyrılan Alex'in gözleri büyüdü farkındalıkla, adamı hatırladığında kolunu iri esmer adamdan kurtarıp ileriyi işaret etti, kalabalık arasındaki bir sürü başın arasında kendilerine bakan, donmuş adamı. "Oydu! Gerdanlığı çalan adam, işte orada!" Adam tespit edildiğini anladığı anda fırladı. Kolunu yakalamış olan esmer adam hareketliliği görmese yanlış hedefe yönlendirildiğini düşünebilirdi ama çakma Clark Kent kaçıyordu. Sadece suçlular kaçardı. Bu yüzden esmer adam gür sesiyle bağırıp kalabalığın arasına dalarken Alex sızlayan bileğini göğsüne çekip ovdu ve panter gibi koşan görevlinin arkasından baktı ekşi bir suratla. En azından kolu kurtarmıştı. Adamın salak gibi ortalarda gezindiğine memnun oldu, büyük olasılıkla göze batmamak için insan arasına karışmıştı ve Alex'in karşısına çıkmasa gerçekten paçayı kurtarabilirdi. Ama suçlular genelde hata yapardı. O da yapmıştı.

Polly'nin yanına yürüyüp adamın gözden kaybolduğu alana bakmaya devam etti. "Gerdanlığı cebime atan oydu. Yüzde yüz eminim. Sanırım paçayı kurtardık." Kapı açıldı, sarışın tarantula yuvasını terk edip topuklu ayakkabıları üzerinde yürüyerek ikiliye yaklaştı. Kadında Alex'i tedirgin eden bir şey vardı, sadece aşırı ciddi ve suratsız oluşu değil. Belanın sözlük anlamı ile karşılaşmış, basit bir sözcük ete kemiğe bürünüp karşısına çıkmış gibi hissettiriyordu. Kahküllerdi belki sebebi. Kadın hep öfkeliymiş gibi görünüyordu o garip biçimli kahküller sebebiyle. Alex onu görünce kolunu bırakıp başıyla insan yığınını işaret etti. "Hırsızı bulduk. Arkadaşın peşinden gitti." Kadın mutlu haberi pek mutlu karşılamamıştı, aynı ciddi, resmi, soğuk ifadesiyle ikiliye baktıktan sonra kollarını göğsünde kenetledi. "Hala gerdanlığın nerede olduğunu bilmiyoruz." Sanki mutsuz olmak için bahane arıyordu kadın. Alex iç geçirdi. "Adamı yakalarsak öğrenebiliriz." Alex de Polly de gerdanın orada olmadığını biliyordu. Hatta adam gerdanı Alex'in cebine attığını söylerse başları daha büyük bir derde girebilirdi. Bütün bu düşüncelerle Polly'e tedirgin bir bakış attı.
Sıradan bir müze gezisi nasıl bu noktaya gelmişti?

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Cluedo
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
London Never Sleeps :: c i t y . o f . l o n d on :: British Museum-
Buraya geçin: