London Never Sleeps
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Hoş geldin .
Londra senin için Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri uyumuyor.
Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri buralarda takılmadın.

Aramıza son katılan https://lnsrplay.yetkin-forum.com/u398, Londra'ya hoş geldin!
Sitemiz bir rol oyunu sitesi olduğundan lütfen bu amaçla, Ad Soyad şeklinde kaydolun.
Rol oyununa başlamadan önce Başlangıç Rehberi'ni mutlaka okuyun.
London Never Sleeps toplu konuşma: Chatbox.
Rol oyunu puanlaması için: Tık.

 

 reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Empty
MesajKonu: reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.   reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Icon_minitimePtsi Şub. 06, 2012 3:42 pm

reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Tumblr_lyze6zcMpi1qbhj1jo1_500


En son Jude Lowell tarafından Ptsi Şub. 06, 2012 5:06 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Empty
MesajKonu: Geri: reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.   reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Icon_minitimePtsi Şub. 06, 2012 3:42 pm

Şimdiye dek karşısına çıkan insanların onu anlamıyor olması kendisinin yanlış seyler hissettiğini düşünmesine neden oluyor, sevdikleri tarafından terk edilmiş olmasının seçilmiş olması anlamına gelmediğini anladığı zamandan beri geceleri rüyalarında kimseyi kurtarmamıştı. Aynanın karşısına geçip yaşadığını fark ettiği anlat git gide gücünü kaybetmiş, nefes alıp verebilmenin yüceliğine inanmamaya başlamıştı artık. Doğup ölecekti, bu ikisi arasında acılar ya da trajediler olmadığı sürece yaşayabilirdi. Başka hiçbir şey değil.

Annesinin yaptığı turtaları hatırlıyor, dişlerini fırçalamış ya da saatler önce kahvaltı yapmış olmasına rağmen marketten aldığı hazır portakal reçelinin suni tadını hissediyordu damaklarında. Yemek yapmayı dilerken gözü yüksek tavanlı ve uzun odanın diğer köşesine, içeri giren kişilerin ilk karşılaştıkları tezgâha takıldı. Hayır, yemek kitabı yetenek sağlamazdı. Bir de anaç duyguları. "Şarkı söylüyordum. LA LA LA DA DA DA." Hala gri ve kirliydi görüntü, değişen hiç bir şey olmamıştı. Yükü tek basına taşımış, tek yaptığı şey emin olamadığı kararlar vermek olmuştu. Keşke'ler vardı, her yerde. Okurken zamanın ne kadar hızlı geçtiğini fark ettiğinde, aynı bir sabah uyanıp birkaç dakika değil de gecedeki tüm saatlerde uyuduğunu fark eden çocuk gibi, belki de hikaye kitaplarından uzak durması gerektiğini düşünmüştü. Ama hiç gerçekleşmedi bu, yaşamak için ayırmak istediği zamanı böyle de- Her zaman duyduğunuz kelimeler. Kimse istemezdi ki onunla birlikte olmayı, bastırılmış yalnızlığı evinden ayrıldığında daha da güçleniyor ve canını sıkıyordu. Aynı eski şarkıları kıskanması, elindeki sargı çıktığından beri gitar çalmamaya cesaret edememesi gibi. "İlk defa bara gittim." cümlesi kadar pis geliyordu varoluşu kendisine, içindeki kendini gösterme isteğini her ne kadar gizlemiş olda bile insanları önemsediğini belli ediyordu sanki. Onları sevmeyecektim güya. Girişteki askıların altına, belli ki artık çalışmasına gerek kalmayan -ki haftadır geceleri dahi sıcak bunalıyordu kendisini- elektrikli sobanın üzerine oturmuş ve kucağındaki dergi yığınına göz gezdiriyordu ayağındaki büyük postallarla. Tarzını belli etmeye çalışanları aptal bulur, güzel giyinmeye çalışan kadınlardan daha gereksiz olduklarını düşünürde. Keten ayakkabılar ve üzerindekinin aksine ağır olmayan bir pantolon seçemeyecek kadar aptaldı bu yaz gününde.

"İnsanlık diye bir şey yok, biz varız." gibi düşünceleri bastırması gerekiyordu bu nefretin devamı için, son yıllarda bu zorlaşmıştı ve kendini başkalarından uzak tutma işini artık beceremiyordu. Son aylarda dahi birkaç kişiyle tanışmış, farkında olmadan sohbetin yarısında yapılan bu konuşmalardan zevk aldığını fark etmişti. İyi değildi bu, hani insanlara güvenmeyecekti?

Uyandığında henüz güneşin doğmadığını fark etmiş ve banyoya geçip üzerindeki uykulu halini üzerinden atan bir duşun ardından uzayan sakallarını kesmişti, hasarın sol elinde olmasına bir kez daha şükretti ve mutfağa gidip geçen hafta aldıkları ayıcık şeklindeki tavada omlet yaptı. Yumurtanın yanına peynir de ekledi Prudence'ın yerken fark etmemesini umarak. Kızının uyandığını fark etmesiyle odasına gitti ve üzerindeki kalın pijamanın üzerinden gıdıklayarak uyanmasına yardım etti ki alnından aşağı süzülen ter damlasını gördüğü sırada neden Elmo'lu olup da ince bir giysi yapmadıklarından hayıflanıyordu. "Dün aldığımız elbiseyi giymek ister misin?" dediğinde hızla fırladı yatağından, kahvaltıdan sonra banyo da yapacaktı oysa.

Ne de olsa en sevdiği arkadaşıyla buluşacaktı, onun karşısına kendi sevdiği kıyafetlerle çıkmak istediğini biliyordu. Yeni tam olarak açamadık gözlerini ovuşturarak başıyla onayladığını gördüğünde kendisini, yataktan kalkıp odanın perdelerini açtı ve içeri gelen güneşten kaçınarak ardına döndü. Sonrasında kahvaltı, sonrasında banyo yaptırmalar. Küçük kızı arkadaşının evine bıraktıktan sonra -ki oradan tam anlamıyla kaçmış, yalnızca çocuğun babasına selam verip hava kararmadan geri geleceğini söylemiş ve annesine görünmeden uzaklaşmıştı evlerinin önünden- sokaklarda boş boş gezinmeye başlamıştı. İlk başta belki bir bara gidebileceğini, bir şeyler içebileceğini düşünse de sonrasında bu fikir ona oldukça sığ gelmişti ve her zamanki alışkanlıklarının aksine belki eve gidip televizyon izleyebileceği fikri bir anda parıldadı aklında. Ama hayır, bunu da yapmayacaktı.

Kimsenin kendisini sevmemesini, onlara karşılık olarak duygular beslememeyi istiyordu ve bu yüzden uzak tutmaya çalışıyordu hayatına girmeye çalışan, önceki günlerinden anılar edinen insanları. Hiçbir zaman işine yaramayacak şeyleri hatırlamakta üstüne yoktu ve bu her seferinde canını yakmış, anlamsız hatıralar dahi canlanıp rüyalarına girer olmuştu. Hele de son yıllarda.

İçeri girdiğinde karşılaştığı yoğun koku derin nefesler almak zorunda kalmasına neden olmuştu, her adımıyla yerdeki bir kirişin gıcırtısını duyuyor ve kendini güvende hissediyordu, sanki. İnsanların perspektiflerinde kaybolduğunda bu his daha da arttı, kendisini kitaplıklar arasında buldu. Raflara dizilmiş olan kitapların ciltlerinde gezinen parmakları bu dokunuşlara o kadar da alışık değildi, yalnızca siyasi romanlar ya da denemeler okumuştu. Hikâyelerle ise arasında özel bir bağ, büyük bir kaçış vardı. Her ne zaman okusa bir roman, birkaç günlüğüne kişiliği değişiyor ve etrafındaki insanlara –yalnızca birisi vardı gerçi- karşı davranışları biraz olsun düzeliyordu. Belki de her şeyin tek nedeni kulak misafiri olduğunda aklından kurduğu diyalogları, replikleri hayata geçiremiyor oluşuydu. Utangaçtı o, sertti. İnsanları incitmek istemediği gibi onlar tarafından ezilmiş, hiçbir zaman da ses çıkarmaya fırsat bulamamıştı. Her yalnız kaldığında olduğunu gibi ağzının içini kemirmeye başlamış, aklında dolanan düşüncelerle canını sıkmıştı. Dilindeki kan tadını hissettiğinde ısırmayı kesti, dudaklarından gezindi dili.

Duraksadı sonra, Angela’nın Külleri. Kendisini ilk ağlatan kitaptı herhalde, dokunamadı bile üzerine. Geri çekildi kucağındaki iki kitapla; koluyla göğsüne yaslamış, öylece tutuyordu ikisini de. Dengesini kaybetti geri çekmedi ayağı yüzünden, düşmemek için uzun kitaplığın rafına tutundu. Devrilmemelerini umarak hemen çekti elini, düşmedi ancak daha da beteri- Tamı tamına iki hafta önce, çünkü bu gün oyun günleriydi ve bir öncekinde lunaparka gittiklerine göre, karşılaşmıştı bu suretle ve unutmadığı için her birini sevinmeli mi yoksa nefret mi etmeliydi kendisiyle bu oyunları oynayan aklından bilmiyordu. “Yüzünün pürüzsüz hatlarıyla karşılaştığında kendisine doğru mu çekmeliydi rafı, saklanması için yeterli olur muydu ki kitaplar?” gibi saçmalıklar geçse de aklından hareket etmedi, yapmaması gerekeni gerçekleştirdi ve gülümsedi. Kaçmak istediği bir kişi değildi bu kişi oysa, her neyse. Gülümsedi ya, belki onu tanıması gerektiği anlamına geliyordu bu. Yalnızca ciddiyetten uzaklaştığında belirirdi yüzündeki tebessümü, gerçi tesadüflere inanmazdı Jude. İnanmamalı. Aynı üslubuyla konuşmak umuduyla mırıldandı, “Merhaba.” Ancak bu yalnızca dudaklarının hareketiyle sınırlı kaldı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Aphra Avichayil
Oxford I. Sınıf | İbrani Dili ve Yahudi Kültürü
Oxford I. Sınıf | İbrani Dili ve Yahudi Kültürü
Aphra Avichayil


Mesaj Sayısı : 162

reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Empty
MesajKonu: Geri: reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.   reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Icon_minitimeSalı Şub. 07, 2012 4:49 pm

Pürüz yoksunu, güzel teninde yaralar açmakta olan kıza şaşkınlıkla bakakaldı. Belki de evrenin en pis helâsında yakaladığı bu görüntüyü nasıl nitelemeliydi? Dram, umutsuzluk, acı… Hiçbiri yeterli gelmiyordu ona ve gelmeyecekti de. Tanrının buyruklarının bir temsilcisiymiş gibi hissetmekten vazgeçtiği zamanlarda, onun yarattığı hiçbir şeyin lekelenmemesi gerektiğini savunurdu. Makyaj gibi geçici şeylerden bahsetmiyordu elbette, yalnızca yaratanın kanaatinin faydasının er geç su yüzüne çıkacağından bu kadar emin olabilişi bile korkutucuydu. Ne de olsa mükemmel değildi hiç kimse, güzel çehre sahiplerinin gövdeleri ya da kişilikleri çirkindi. En mühimi de zaaflar olmalıydı. Mesela abisi. Sahi, kaç yıl olmuştu onu görmeyeli? Oysa kalın sesi hala kulaklarındaydı. Bunca vakit ardından aniden karşısında belirip, onu bocalatmasındansa, cehennem yolunu görmeyi tercih ederdi. Cehennem kelimesi miydi tüylerini ürperten yoksa abisinin bıraktığı derin anılar mı? Bu bilinmezlik, onu alıyor, efsunlu bir kutuya hapsedip, yerin millerce kat altına gömüyordu.

Avichayil soyunu lekelediği öne sürülen, zavallı âdemoğlu Benzecry… Aphra, morluklarla örtülü gözleri ve pek de ince sayılmayan dudakları haricinde de hoş bulurdu onu. Sonuçta abisi, senelerce Kudüs’te tek yareni olmuştu. Onunla karşılaşmaktan neden korkuyordu? Geçmişe tekrar döneceği için mi yoksa onu derbeder bir biçimde göreceğinden emin olduğu için mi? Ve buna dayanamayacağını yoldan geçen herhangi biri dahi tahmin edebilirdi. İçgüdülerinin getirisi olan bu perişan düşünceyi, tercih listesine eklenmeyi bekleyenler listesine bile dahil etmiyordu. Vefa vasfından eksik bir mahlûkata dönüşmek… Bir de abisini mi günahkâr olarak biçimlendiriyorlardı?

“Ruhunu kaybeden, dünyayı kazansa ne çıkar?” Yaptığı alıntının kız için herhangi bir mana teşkil etmediğini bilmiyor değildi. Gözleri, kolundan akan kanları takip ederken, kızın acı dolu sesini işitti. “Jaden gitti.” Aphra yutkundu, her şey bundan mı ibaretti? Bir yanı buna değmeyeceğini söylese de konuşurken buldu kendini. “Birini kaybeden tek kişi sen değilsin. Ben de abimi kaybettim.” Derin bir nefes aldı, şimdi kızın dikkatini çekmişe benziyordu. Merakla dolan gözlerini rahatlatmayacaktı, dayanamazdı. Kıza yavaşça yanaştı, çantasından çıkardığı peçeteyle kolunu sildi ve jiletini çöpe attı. Her nasılsa çok da fazla kan kaybetmiyordu kız. Yapay bir gülümseme bırakırken bakır saçlı kıza, midesinin yerinde duramadığını fark etti. Sanki ters dönmüştü.

Aklını kimsenin değer vermediği bir şarkı, dudaklarınıysa bir mırıltıydı ele geçiren. Ve o, bir kez daha düşünüyordu adaletsizliği. Açlık haksızlıktı. Sevgiye açtı ve sevgiye muhtaç bir sürü insan vardı. Her şeyin seksten ve uyuşturucudan ibaret olduğunu düşünmek isterdi. Hayır, dedi kendi kendine. Çok çelişir olmuştu asıl benliğiyle. O zaman kim kurtarırdı onun gibileri? Sahiden kurtarıyor muydu? Hadi ama, işve yoksunu, cilve konusunda tamamen beceriksiz bir dişiydi. Kendine dişi sıfatını yakıştırmıyordu; zira dişilik organına sahip olup, bu unvanı elde etmek fazla basitti. Zoru elde edemeyen bir genç kızın neyineydi zor? Yaşamdı zor olan, Aphra’nın tırnaklarının çekilmesine sebep olan, derisine batan, kalbini simsiyah boyayla karıştıran. İnsanlar da zordu. Tek derdi sevgilisini kaybetmek olmuş insanlar… O birçok yârini yitirmişti: Huzuru, sükûneti, Kudüs’te her zaman gördüğü o çocuğu, abisini. Asla erkekler peşinden koşmamıştı, kana dayanamamıştı, alışılagelmemiş acılar da tatmıştı. Bu yapay dünya için fazla doğal, aciz ve savunmasızdı. Kış mevsiminde doluya tutulan cılız bitkiler kadar acı hissederdi. En yoğun hissinin acı olduğunu fark etti, hayatına basit demekle hata etmişti, daha çok acınasıydı. Yine de ibadet etmekten vazgeçmiyordu. Onu kurtaracak olan kendisi değil, olsa olsa tanrı olabilirdi. Bu eşsiz evreni yaratmış bir kudretliden iyi mi bilecekti düzeni? Değişiyordu.

Yüzünde bir parça beyaz, bir parça siyah, bir parça da lacivert vardı. Saflık ve matemi aynı anda barındırıyor, üzerine de otorite ekliyordu. Tüm zıtlıkları çekmişti yine, tüm ironileri üstlenen, lekelenmiş bir kızdı, fazlası değil. Yüz yaşında bir insanın tüm hayatında yaşadığı şeylerden fazlasını tatmış, düşünmüş, kanamış, toparladığını sanmıştı. Yalnızca kendine karşı fazla iyi bir yalancıydı o. Hayatı basit tatminler üzerine kuruluydu, her şeyin iyi olacağını düşler, bir süre sonra da buna inanırdı. Renkler onu tereddütte bırakmıştı. Kırmızıyı, moru ya da griyi kaldıramayacak kadar azim, asalet ve denge yoksunuydu. Kimsenin arzulamadığı bir hayatı, daha kötülerinin de olduğunu düşünerek yaşıyordu. Biliyordu, şükretmeliydi. Adaletli değildi; fakat adaletsiz de değildi. Suskundu onu tanımlayan kelime, ne var ne yoksa susardı.

Ne insanlar ne de döngü, hiçbir şey değişmiyordu. Aphra hala aynı fırçayla saçlarını tarıyordu, aynı soyadı taşıyordu, aynı ikilemdeydi. Aynı o gibi kokuyordu, nereden bilebilirdi ki onun parfümünü benimseyeceğini? Bir süre kızdı kendine, onu ardında bırakalı yıllar olmuştu. Bencil miydi, cömert mi? Yutkundu, hala boynunda taşıdığı kolye, yüreğini zedeliyordu. Asla yeterince iyi olamamıştı ve olamayacaktı. Abisinin ismini geçen ayların ardından tekrar tekrar anmak, midesine bir kramp daha armağan etti. Hayat acımasızdı, Aphra bile öyle olabilirdi; fakat Benzecry… Hayır, öyle olduğunu iddia etse bile asla öyle olmamıştı. Aphra’ya karşı o kadar iyiydi ki, Aph çareyi bir sürü senaryo yazmakta bulmuştu. Terk edildiğine dair, basit senaryolardı bunlar. Ve biliyordu, eceli geldiğinde bitirilecek bedeni bile onu aramayacaktı. Hayatı acımasızlıkla mı suçluyordu bir de? Hiçbir şeyin kraliçesiydi o, adalet anlayışı bile değişkendi.

Kör yaz ayları, varlıklarını her koşulda belli ediyorlardı. Yazın o eşsiz kokusunu soluyabiliyordu Aphra. O, sadece bir mevsim değildi, her yerdeydi: Genç kızların şortlarında, güneş gözlüklerinde, havuzlarda, kalbinde… Ensesini yalayıp geçen aldatıcı melteme boyun eğiyordu Avichayil kızı. Bir rüyada olduğu fikrine kapılmadan edemiyordu. İç gıdıklayıcı, yosunla kaplı tuğlalara parmaklarını değdirirken, hiç olmadığı kadar mutluydu. Aklına uğrayan her şeyi inkâr edip, rahatlamayı umarken, acı gerçekle yüzleşmesi çok vakit çalmamıştı ondan. “Hey Jude, don’t make it bad. Take a sad song and make it better.” Abisinin kadife olarak andığı sesini hiç beğenmemişti o an. Ondan hoşlanmak, bir riyakârı tanrının varlığına buyur etmek gibiydi. İstemediği, hayatı boyunca kaçacağı bir vaziyetti; fakat dikkatini yitirdiği an, bu hataya düşebilirdi. Kim bilir, belki de çoktan düşmeye başlamıştı.

Padre Pio’nun modernlikten uzak olduğu için bile mükemmel olmaya yetecek atmosferinde kaybolmaya başladı. Bilincini yitirmiş bir deliydi o an, tek arkadaşlarına kavuşmuş bir deli. Kaç saat orada kaldı ve kalacaktı bilmiyordu. “Merhaba.” Sadece o an bile tanrıya inancını kuvvetlendirmeye yetti. Kader miydi bu, tesadüf mü? Hangisine inanıyordu? Arkasındaki raftan destek aldı, suçlu hissediyordu. Önce tanrıyı küçümsemiş, ardından af dilemişti, şimdiyse ondan öteye birini koymaya çalışıyordu. Annesi olsa kızartmaz mıydı sol yanağını? Ondan hoşlanmak, bir riyakârı tanrının varlığına buyur etmek gibiydi. İstemediği, hayatı boyunca kaçacağı bir vaziyetti; fakat dikkatini yitirirse her an bu hataya düşebilirdi. Kim bilir, belki de çoktan düşmeye başlamıştı. “Merhaba Jude.” dedi titrek bir sesle. Tam bakışlarını kaçırmaya karar vermişti ki, çocuğun sağ yanağına düşmüş uzun kirpiği fark etti. “Sağ mı sol mu?” diye sordu kendine engel olamayarak. Adamın anlam veremediğini fark etti. Tek ihtiyacı olan biraz deli imajı çizmekti, gerçekten. “Sağ.” İşaret parmağını adamın yanağına götürdü. Bilinçli bir biçimde kirpiği almak için biraz uğraştı. En son ne zaman gülümsediğini hatırlamıyordu. En büyük gülümsemesi kaçıverirken ondan, “Bir dilek tutmalısın.” dedi bir çırpıda. Yanaklarının kızarmasına engel olamamaktan nefret ediyordu. “Tek batıl inancım, üzgünüm.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Empty
MesajKonu: Geri: reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.   reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Icon_minitimeSalı Şub. 07, 2012 9:11 pm

Bir döngü diyemezdiniz, eğer her ruh geri dönseydi bir bedene gün be gün, kat be kat artan nüfus hiçbir şekilde açıklanamazdı. İnsanlar hiçbir şeye inanmadıklarını söylüyorlar. İstikrarsız olanlarsa, inançlarını değiştiriyor her yeni düşünceyle. Masallar, efsaneler ya da hikâyeler ise hiçbir şekilde etkilenmiyor bu fikirlerden. Çocuklar gelince akla, onlar her defasında hayallerine sığınıyorlar. Zaten her çocuk, farkında olmasa dahi, ütopyalarıyla büyüdü. Düşündükleri gibi sırtlarında kanatlar yoktu meleklerin. Işık saçıyordu siluetleri, göz kamaştırıyorlardı ihtişamlarıyla süzüldükleri havada. Onlar yaklaştıkça, korkmaktansa, tebessüm etmişti kundaktaki her suret. Önlerindeki küçük bedenler, başkalarının geleceği olacaktı. Sonra doğdu insan ve sonrasında günahlar.

Tanrıya inanmadığını söylese dahi her yalnız kaldığında dua ettiğini fark etmiş, çocukluğundaki her gece ettikleri gibi her defasında inancının hala yerinde olduğuyla yüzleşmişti. “İntihar etmeyi düşünmem, çünkü Tanrı var ve cehennem bekliyor seni eğer onun verdiği canı alırsan.” kadar kalın kafalı değildi de sırf canı yanacak diye korkmuştu kendisini öldürmekten. Bir de o dönem hayatında yalnızca bir kişi vardı -büyükbabası- ve onu üzmemek için elinden geleni yapacağını söyleyerek kendisine söz vermişti, o çocuklarını kaybettikten sonra geriye kalan tek akrabası Jude kalmıştı ne de olsa. Sonra henüz 20’lerine dahi basmamışken baba olması ayrı bir yük getirmişti üzerine, hafif ancak bir o kadar da her adımında milyonlarca kez kendisini düşündürtecek bir yük. Bir eli diğerini sardığında yalnızlıktan memnun kalamamıştı. Değişim yakasını bırakmamış olması insanlara korku dolu gözlerle bakmasına, kimseye artık güvenemeyeceğini düşünmesine neden olmuştu. Önce ölüm, ki katliamdı bir şekilde, ve sonrasında terk edilişi. Bir de yetmezmiş gibi yetiştirmesi gereken, kendisi gibi olmasını istemediği kızı vardı artık yanında. İnsanların yanındayken daha farklıydı, onun yanındayken de uysallaşıp o ne derse onu yapıyordu. Hayır, o ne derse değil; iyi bir ebeveyn böyle yapmaz. Güya en iyi aile olacaklardı, ama yalnızca tek bir ebeveynle devam edebildiler. Artık yabancı olan suretini sokakta görecek olsa ne yapacağını bilmiyorsa da, bir çift lafı ya da hesap sormaları hazırlamış olsaydı dahi karşısına çıktığında tek kelime edemeyeceğini biliyordu, gözleri onu arıyordu her yerde.

Birisiyle birlikte olmak için sevgiye ihtiyacı olduğunu düşünmüştü Jude, aynı hiç tanıyamadığı anne ve babası gibi. Aldığı karşılık nasıldı peki? Prudence’ın annesinin annesi evi basıp torununun uyuması için çaldığı piyanonun kapağını indirmiş, ki neredeyse Jude’un parmaklarını kıracaktı, ve tiz sesiyle nidalar atmaya başlamıştı. Onlar gittikten sonra neden birlikte olduklarını düşünmeye bir çok vakit buldu, çocuğu büyütürken konuşmaya ihtiyacı yoktu o kadar ve kendi kendine konuşan bir kişi de değildi zaten. Neden onu sevmişti ki? Benzemiyorlardı zaten, en azından en başında böyle düşünmüştü. Jude kadar değişken olamazdı bir kere, aklı onunki gibi çalışmazdı. Her şey başladıktan sonra aynı evde olmalarına rağmen kendisine gelen mektuplarındaki kesikler geliyordu aklına, aylar boyunca böyle devam etmişti yazmaya. Hatalarını karalamaktansa, makası eline alıp hatalı kısımları çıkartıyordu kâğıttan. Gülünçtü, kendine olan güveni kadar.

Posta arabalarının, çamurun olduğu bir yüzyılda yaşamak istiyor ve Sherlock Holmes kadar heyecanlı bir hayatı olmasa bile, sakin bir hayat yaşayıp ölecek olsa dahi bu zamanı istemiyordu. Terk edilen kendi olmazdı belki o zaman, terk ederdi ve başkalarının ebeveynlerini öldürürdü. Hayır, o kadar da değil.

Aynı terk etmiş bir baba figürü gibiydi kadın gözlerinde. Aklına gelen birkaç görüntü vardı ve sonrasında o anki hisleri. Sigarasını söndürmeden çıkmıştı bir keresinde odadan, Jude ise yataktan kalkmadan önce tablada tüten dumanı izlemişti boş gözlerle. Ona hayranlık vermişti oldu olası, belirsizliği heyecanlandırıyordu artık hissizleşmiş bedenini. Hatıraları canlanıyordu sonra, buna alışmasının nedeni yalnızlığın kaybolması ve onun varoluşuydu biraz olsun dahi. O gününü mahveden kişiydi. Parıldayan göz bebeklerini hatırlıyordu, zevklerinden bahsederkenki keyfini. Toyluğundan kurtulamamış, ayakları üzerinde durmaya çalışan bir birey ve diğerlerinden daha vurdumduymazdı. Kişiliğini etkileyen rütbesiydi her zaman, uzaktan da olsa bir şekilde yönetmişti kendisini. Parmaklarına yakışmazdı oysa, çirkinleşirdi gözünde; zaten onu hiçbir zaman yüceltemedi bir şekilde. Onun bir çocuktan farkı olmadığını annesi gelip götürdüğünde fark edebildi, ama çoktan süslü kelimelerinin ve görüntüsünün büyüsüne kapılmıştı bile. Dilindeki mısraların gününe tutulmasını sağladığı günleri özlemişti, kitapçıya girmesinin nedeni bu değil miydi hem?

Her şeyi mahvetmişti çoktan Jude ve geriye bırakabileceği tek şey, bir sonra nesil için yetiştirdiği cılız bir bedenden başka hiçbir şey değildi. Konuşurken doğru sesleri seçemiyordu bile küçük kız, koştururken ayakları birbirlerine dolanıyor ya da yaptığı kartopunu atarken ardına düşürüyordu. Tombul parmaklarıyla bir işe giriştiğinde başarılı olma şansı çok azken neredeyse mucizeler yaratabiliyordu bazen, düğmelerini iliklerken ya da son çikolatanın ambalajını açarkenkiyle sınırlı değildi hem. Aldığı küçük gitarla çıkardığı çirkin seslerden, üç parmağı olan insanlar çizmesinden bahsetmiyordu. Kendini sevdirebiliyordu insanlara, birkaç gülümseyişi yetiyordu. Henüz bebek arabasındayken bile, metroya binerken zorlandıklarında etraftaki birkaç erkeğe gülümsemiş ve babasının arabayı taşımasına yardım ettirmişti. Korkuyordu bundan, birkaç yıl içinde ne hale geleceğini bilmiyor ve neredeyse on yıl sonra- Düşünmek istemiyordu bunu, saklaması gereken bir histi aynı kuşlardan korkması gibi.

Adını söylediğinde ilk başta garipsemiş, kendisine karşı nasıl davranması gerektiğini bilememişti. Her seferinde olduğu gibi konuşmalarındaki birkaç repliği hatırlıyordu ve gece yatağına uzandığında bunlar üzerinde birçok kez oynamıştı. Aklından geçenlere hakim olamıyordu hiçbir zaman, hazırladığı cümlelerin dudaklarından dökülmemesinin nedeni kusursuz olmadıklarını düşünmesi değil de sesine büründüğünde oldukça basit bir hale gelmeleriydi. Aklındayken güzeldi her şey, aynı beslenen duygular ve saklanan fanteziler gibi. Gerçekleştiğinde tatmin etmiyor oluşu yakıyordu en çok canını ve keşke gerçekleşmeseydi diye hayıflanıyordu sonraları. “Merhaba Jude.” Ses tonu her zaman böyle miydi yoksa saklıyor muydu kendisine ait olan halini, fazla düşünmemeye çalışsa dahi onlarca düşünce geçti aklından. Saçlarına takıldı gözlerine, aklına bir fotoğraf geldi. Kar ve önceki aylardan birisi. Yazın sıcaktan kaçmak için adımlarını hızlandırması insanın yorulmasına ve tere neden olurdu ya, onun gibi. Nereye kaçsa, orada yakalanıyordu tanıdık simalara ve bundan memnun kalacağını düşünmemişti şimdiye dek. “Sağ mı sol mu?” Neden bahsediyordu- Bakışlarını bir an olsun gözlerinden ayırmamış olsa da, onunkiler nerede olursa olsun buna daha sonra utanacağı bir sapkınlıkla devam ediyordu, hiç düşünmeden cevap verdi. “Sağ.” Sonrasında da anladı sorusunun nedenini. “Bir dilek tutmalısın.” Ne dileyeceğini çok biliyordu, üç dileği olsa ilkinde ikincisinin, ikincisinde- Tek dilek hakkı yeterliydi her zaman. “Bu defa kimseyi incitmeden sevebileyim.” ve kendisi de buna dâhildi bir şekilde, herhalde. “Tek batıl inancım, üzgünüm.” İnanmak ve inanç kendisini korkutmayan şeylerden birisiydi herhalde ki insanları uysallaştırdığına inanıyordu zaten, yoksa kendi zorbalıklarının evine taşınmamasını nasıl açıklayabilirdi ki? Sırf tek kişi incinmesin diye, sırf o kendisine inansın diye. Birçok kez duyduğu için önünden kapkara bir kedi geçtiğinde garipsiyordu, bir şey olmayacağını bilse dahi içindeki şüphe yer edinmiş oluyordu çoktan ve bundan kurtulmak için yapabileceğini hiçbir şey yoktu. Her ne kadar Inception’ı izledikten sonra çocukça bir davranışla eve gittiğinde aile yadigârı köstekli saate sarılması gibi, sonra öncesinde olduğu gibi bu ‘totem’ eski yerine geri dönmüştü. Her ne olursa olsun vazgeçmeyeceği aptallıklarını hatırlamak istemiyordu artık. Dileğinin gerçekleşip gerçekleşmediğini bilmiyordu, vazgeçmedi gözlerini izlemeyi. “Seni görmek çok güzel.” Bir telefon numarası dahi alamamıştı ilk görüşmelerinde ve o günden bu yana içini kaplayan huzursuzluğun nedeni buydu belki. Belki şimdi, ikna yeteneği olmasa dahi.


En son Jude Lowell tarafından Perş. Şub. 09, 2012 2:46 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Aphra Avichayil
Oxford I. Sınıf | İbrani Dili ve Yahudi Kültürü
Oxford I. Sınıf | İbrani Dili ve Yahudi Kültürü
Aphra Avichayil


Mesaj Sayısı : 162

reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Empty
MesajKonu: Geri: reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.   reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Icon_minitimeÇarş. Şub. 08, 2012 10:02 pm

“Mühim olan ne sence?” diye sordu Benzecry, kusursuz gökyüzündeki eksikleri ararken. Kardeşinin narin bedenini etkisi altına alan soğuk, giderek şiddetlense de, genç adamın bunu umursar gibi bir hali yoktu. Önemsememeyi deniyordu Aphra da, tıpkı abisi gibi. Beceremiyordu. Konu abisi olduğu sürece de beceremeyecekti zaten. Derin bir iç çekti ve çıplak ayaklarını ıslak çime sürttü. “Sensin.” Ona döndüğünü anlaması için, gözlerini hareket ettirmesine gerek yoktu, bunu iliklerine kadar hissetmişti. Benzecry, sol elini, kızın sağ eline kenetledi ve fısıldadı. “Biziz.” Aphra, başını sağa çevirdi ve gülümsedi. Bu, onun nadide olarak nitelediği, çok ortalarda görünmeyen bir gülümsemeydi. Avichayil kardeşler, birbirlerine iyice sokuldular ve tek bir ağızdan söylemeye başladılar: “People they come together, people they fall apart, no one can stop us now; 'cause we are all made of stars.”

Çok mu küçümsüyordu kendini? Adil olmayan hayattı. Tek saniye de olsa mutluluğu yakalamış olanlardan sillesini esirgemeyen, cani olan hayattı. Bir yaşam silsilesinde kavrulan kullarına eşitliği sağlayamayan tanrı… Kudretinden korkulan, her gün uğruna vakit harcanan tanrı. İnsanlardan tanrıya bedel sadakat dilemişti; fakat ne bulmuştu? Kaç kere gözyaşı dökmüştü? Hiçler uğruna, cömertçe yapardı bunu. Tanrıdan cömertti Aphra; fakat onu inkâr edecek kadar cesur, yokluğunu kanıtlayabilecek kadar da zeki değildi. Hiçbir zaman enlerde olmamıştı. Onun kaderinde arkalarda harcanmak vardı ve itiraz şansı da yoktu. Şanssız, uğursuz, lanetli, her neyse. İnsanlara acıdan başka bir şey kazandırmadığını anladığı gün, belirli inançlarını yok saydığı gündü. Gerçek sevgi, aile, ruh ikizi, dostluk. Sadece kalıplaşmış kelimelerden ibaretti her şey. Sevgi olduğuna inandığı şeyin ellerinden kum taneleri gibi kayışını izlemişti, ailesi asla bir bütün olmamıştı, ruh ikiziyle tanışmamıştı ve varlığından şüphelenmeye başlıyordu, dostluksa zorlu bir yoldu. İnsanlar, gözlerinin içine baka baka yalan söylemişlerdi, Aphra’yı suçlamak ne kadar adildi? Ah, doğru ya, bu evrende adalete yer yoktu.

Bir şeyler düşlemeyi bıraktı, asla hayallerinin peşinden koşacak kadar cesur olamamıştı ki. Gerçek dünyaya yerleşebildiğindeyse, adamın, gözlerinin tam içine baktığını gördü. Belki de bu, tanrının özrüydü. Az önceki hakaretler ardından kötü hissetmişti ve… Hadi ama, koskoca tanrı, bozuk bir aksana sahip Avichayil kızı Aphra’dan mı özür dileyecekti? Düşlemekte sınır tanımıyordu. En güzel yaptığı şeydi düşlemek, ondan da vazgeçerse ne yapardı? Bir işlevini daha yitirmiş, basit bir çiçek olmaya ve kokulu begonyaların arasında kaybolmaya devam ederdi. Hemen önündeki adamdan kaçırdı gözlerini, nefes almalı ve güç toplamalıydı. Kulağında o diğerlerine göre sinir bozucu, Aphra’ya göreyse kadife saat sesi yankılanırken, midesindeki kasılmayı hissetti. Ah, basit bir erkek onu bu duruma sokamazdı, biliyordu. Yine de kişiliği hakkında çok da net fikirlere sahip olmadığı bir adama karşı maksimum ne hissedebilirdi ki?

Jude cevap verdiğinde, Aphra hala nefeslerini düzeltmeyi deniyordu. Kim bilir, belki de onun heyecanlanmasını sağlamak, adamın egolarını tatmin edecekti ve Aphra da ilk defa bir erkeği mutlu ettiğine inanacaktı. Her şeyi oluruna bırakırcasına kaslarını gevşetmeyi denedi. Adamın yüzünü çekinmeden inceleyebilme fırsatı bulduğu için mutluydu, oldukça mutluydu hem de. Porselen kadar beyaz tenini süsleyen biçimli dudakları ve parlak gözleri vardı. Bu genç kızın kötü hissetmesine sebep olmuştu. Adam, yüz kızı birden etkileyebilirdi; fakat Aphra… Yutkundu, beklentilerinin arasında özgüven sahibi gibi görünmek vardı, korkaklığını açığa çıkarmak değil. Adamın suratına tekrar dokunmak için yanıp tutuşan Aphra, bundan memnun olmadığını söylerse, ilk yalanını söylemiş olurdu. Uzun zaman ardından, zor duruma düşürücü olsa dahi bir şeyler hissetmek güzeldi. Yalan düşünceleri duraksattı onu. Bugüne kadar hiçbir yalan düşmemişti dilinden. Peki ya bir getirisini görmüş müydü? Bin yalanla, ondan mutlu insanlar vardı. Belki de adalet yoksunu dünyada ancak kötü biri olursa iyi yerlere gelebilirdi. Evet, yalan söyleyecekti artık. Tabi becerebilirse.

“Seni görmek çok güzel.” Aphra’nın gözünün önüne bir ağaçkakan, bir kırlangıç ve bir de kuğu geldi. Kalp krizi mi geçiriyordu yoksa? Abartı, abartı, abartı… Her şeyi gözünde büyüttüğüne inanmayı çok istese dahi yapamıyordu işte. Tek düşünebildiği Jude’un kurduğu cümle olmuştu şimdi. Neden bir ima arıyordu ki? Bunu pekala normal bir arkadaşına da söyleyebilirdi Jude, Aphra’yı özel kılan ne olabilirdi ki? Hiçbir şey. Kendi kurduğu hayallerini saniyeler içerisinde yıkarken, yanaklarının kızarmaması için birkaç dakika önce yargıladığı tanrıya içten bir dua gönderdi. Adaletini kanıtlama zamanıydı. Bu iddiasıyla her şeyi rezil ederken, tanrının bir daha onu kabul etmeyeceğini düşünüyordu. Mükemmel, artık şizofren bir dinsizdi. Tüylerini diken diken eden tanrı mıydı Jude mu? Yoksa Jude aslında tanrı mıydı? Yok artık. “Hey Jude – hayır, hayır…”

Aslında Jude tanrı olsaydı, cennete gitmeyi her zamankinden çok isteyebilirdi. Gerçi şu an cennette sayılırdı. Bakışları sürekli yanlarından geçen insanlara kaysa da, Jude ona bakmakta ısrarcıydı anlaşılan. Aphra çığlık atsa çok mu aşırıya kaçardı? Belki. Yine de etrafındaki kitapları dağıtma ve kitaplıkların etrafını turlama hissini daha fazla bastırabileceğini sanmıyordu. Bu kaçıncı derin nefesiydi? Hadi ama, Jude özel güçlere sahip falan olmalıydı. Onu tanrıdan vazgeçirip, kendine inandıran kaç kişiyle tanışmıştı ki? Hiç. Onun bir ilk olması hoşuna gitse de, bir yandan da ondan nefret ediyordu. Bir anda hayatına girip, her şeyin yerini kafasına göre değiştiremezdi. Beyni nereye kaybolmuştu?

Sonunda konuşmaya karar verdi. “Seni de öyle. Aslında ben zaten rüyalarımda seni düzenli olarak görmeye başladım.” Kırmızı biber! İhtiyacı olan tek şey biraz kırmızı biberdi. En az biber kadar kırmızı görünen yanaklarını nasıl kapatacaktı, umursayamıyordu, o kadar büyük bir pot kırmıştı ki… Kendini en az iki – üç sene affetmemeyi planlıyordu. Ne zaman gergin olsa, ellerini saçları arasına götürürdü, yine öyle yaptı. Tırnaklarını yemeliydi. Değil mi? Alelacele toparlamaya çalıştıysa da, ne kadar başarılı olduğu muammaydı. “Prudence yüzünden yani. Senden çok bahsetti de. Yanlış anlaşıldım değil mi? Aslında hep böyle değilimdir.” Tanrı aşkına, biri gelip, onu vurabilir miydi? Lütfen! Derin bir nefes aldı ve teslim olur gibi yaparak, ellerini havaya kaldırdı. “Sustum.” Gözlerini kaçırdıktan sonra rahatlamak için yaptığı yegane şeyi yaptı: Mırıldandı. “I drew a line, I drew a line for you. Oh, what a thing to do. And it was all yellow.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Empty
MesajKonu: Geri: reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.   reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Icon_minitimePerş. Şub. 09, 2012 7:54 pm

Hiçbir zaman duygularını dile getirememişti zaten, örneğin yazları Cardiff’e gelen kıza olan hislerini göz ardı etmişti ve şu tur rehberi Lindsay’le yaşadıklarının pek de farkı yoktu bununla. Sonrasında neden karşılarına geçtiğinde tek kelime edemediğini düşünmeye başlamış ve sonucu kendisinde, büyük bir korkak oluşunda bulmuştu. “Cesaretime sığınarak söylüyorum, ama şimdi oradayken ölürsem özlemeyin beni. Adrenalin, macera falan aman ne güzel ölmüşüm.” mesela, kendisi için hiç de geçerli değildi. Terasa çıktığında kenarlarına yaklaşmaktan korkar, asma balkonların üzerinde duramaz ve çok yükseğe çıktığında aşağı bakmaktan çekinirdi. Ama yalnızca bu tip şeylerde, kuş uçsa kendisine doğru bir çığlıkla karşılardı onu ama bir kedi -ki biraz huysuz bulurdu bu cinsi- gelse kucağına tırmalamalarına aldırış etmezdi. Ama dayak yemeyi pek seviyordu, verdikleri ağrı kesicilere mi bağlanmıştı yoksa rahatlatıyor muydu kendisini vücudunun göz önündeki bir yerinin kanaması bilmiyordu. Henüz neden bazı şeyleri yapmaya devam ettiğine karar verememişti, insanların bir kısmından nefret edip bir kısmına da tapınmak onu ikiyüzlü yapıyordu herhalde. Çift karakterli, Joker ya da her neyse değil, bazı yanları korkaktı işte.

Sinirlendirmek kolaydı onu, birkaç hakaretle gözleri git gide açılır ve yumruklar savurmaya başlayabilirdi. Ama bu sözler, tıpatıp aynıları sevdiği bir kişiden gelse ağlatırdı onu. Olmaması gereken bir değişkenlikti onunki, bara gittiğinde gördüğü insanlar eğer onu rahatsız ederse küfürler yağdırıyor ancak eve geldiğinde, ya da yalnız kaldığında uysal haline bürünüp konuşmayı beceremediğiyle yüzleşiyordu. Bu yaz onun için diğerlerinden daha farklı geçecekti anlaşılan, bu yaz belki mutlu sonu bulurdu. “Seni de öyle. Aslında ben zaten seni rüyalarımda düzenli olarak görmeye başladım.” ve bu söylerinin aklından geçirdikleriyle birleşmesi onun için büyük bir neşe kaynağı olmuştu. Tebessümü belirmeden önce- Belki düşündüğü şeyi ima etmemişti, dudaklarını ısırdı ve izledi onun kendi söylediklerine vereceği tepkiyi, beklentilerini. Yanaklarının kızardığını, çekindiğini görmesiyle açacaktı ki ağzını- Konuşabilse bile, nasıl başlayacaktı ki anlatmaya? Ya kendisini geri çevirirse? Belki bir yemeğe davet- Hayır, ya kendisini geri çevirirse? Ya- Ne söylemesi gerektiğini ve bunu nasıl yapacağını bilmiyordu ama bu defa deneyecekti şansını, kalbi sonunda kırılırsa kırılsın. “Prudence yüzünden yani. Senden çok bahsetti de. Yanlış anlaşıldım değil mi? Aslında hep böyle değilimdir.” Başlamadan bitti aklında kurduğu her şey, sanki.

Nasıl belli edebilirdi ki ondan hoşlandığını, bunu hiçbir zaman gerçekleştirmemiş ve tek yaşadığı ilişkide de karşı taraf olmuştu baskın birey. Keşke kulak misafiri olsaydı aklından geçenlere. Belirgin bir tepki veremese bile bir şekilde düşüncelerini belirtmeye çalışırdı en azından. “Sustum.” Sonra bir şeyler mırıldanmaya başladı ve diyalogdaki durgunluktan yararlanarak iç çekti Jude, yükselen göğsü ne yapması gerektiğine karar vermediği anlamına geliyordu bir şekilde. Birkaç hareketle ciğerlerine doldurdu nefesi geri verdi.

Alnının oralarda bir damar şişse, aklından geçen düşüncelerin kendisini sinirlendiğini fark etse keşke. Bu anın en başa sarılmasını, hiç burada olmamayı diliyordu. Her ne kadar arzulasa da onu, sadece doğru cümleyi seçemedi diye elde edemeyecekse- Yataktan kalktığında kafasını tavana çarpsa, ya da duşa girdiğinde sabuna basıp düşse yere canı bu kadar yanmazdı. Diş macununda boğulsa bu kadar acı olmazdı ölümü. Sanki aklına yerleşen görüntü olağandan daha mattı, yaptığı hataların sonucu gibi bir şey değil. Yalnızca ne yapabileceğini bilmiyor, cesaretini sınamaktan başka hiçbir şey yaptığı yok.

Elinden bir şey gelmese, tamam. Ancak yalnızca korkaklığı yüzünden konuşamadığın fark etti. Bir anda, olsa, bitse- Ama, hayır. Suskun kalacak illa. Bakışlarını üzerinden ayırmıyor hala, burun delikleri olağan halleri kocaman olmasına rağmen daha da genişledi. Her şey çok karanlık, her şey çok buğulu. Arabanın camı yüzünden göremiyor önünü. DEĞİL. DEĞİL! Aslında bunların hepsi sır, her şey sır. İnsanların akılları o kadar iyi çalışmıyor, beyinlerimiz belki daha da gelişecekti eğer düşünmeyi kessek. Evrime inanıyoruz hep. “Biz yalnız öleceğiz.” kadar ironik ve o anla olan tek ilgisi düşüncelerinden kaçmaya çalışmasına yardım eden cümleler geçiyordu aklından. Ama durdu bir süre sonra, geçti. Bu umutlarının tükenmesi gerektiği anlamına gelmezdi değil mi? Gelmesin.

Ne olursa olsun, ne düşünürse düşünsün. Konuşmaya cesaret edemeyecek gibi düşünüyordu, söylediklerini çıkardı aklından. Ne istemişti ki zaten? Sahi- “Peki dileklerimin gerçekleşmesi için başka bir yol biliyor musun Aph?” Biraz önceki gerçekleşseydi keşke.

İlk gördüğünde onu, aralarında iki bank vardı ve o gürültüye rağmen kitap okuyor olmasına şaşırmıştı Jude. Sonra Prudence. Yalnızca birkaç saniyeliğine gözüne takılan bir kişiyken, küçük kız sayesinde tanışmıştı onunla. Ne zaman onunla konuştuğunu, onu sevimli olduğuna kandırabildiğini bilmiyordu. Elleri belinde, böylece çocukluğu boyunca ona eşlik edecek olan göbeği daha belirgin hala gelmişti, söylenmeye başlamış ve yerinden kaldırmıştı babasını. Sonra birkaç adım, sonra Aphra. “Üzgünüm, yalnızca- Herhalde sizinle tanışmamı istedi.” Önüne düşmesin diye topladığı saçlarıyla yüzünü daha da göz önüne getirmişti ki herhalde bu en güzel yanlarından birisiydi, bu ve masum bakışları. Kitabın adını sormadı ya da neden burada olduğunu, Prudence konuştu ve kitabın adını ise kapak her ne kadar ters dursa da kendisine göre okuyabildi. O gün eve döndüğünde ve sonraki gün boyunca Aphra’dan bahsetti Prudence. Ondan oldukça etkilenmiş ve onun uzun saçlarını anlatıp durmuştu, artık saçlarını uzatmak istiyordu mesela. Toplamayacaktı ama, omuzlarına dökülecekti her bir tane ve kimsenin onlara dokunmasına izin vermeyecekti Jude hariç. Hava karardıktan bir süre sonra, nefes nefese kalmış bir halde geldi kucağına ve orada öylece uyuyakaldı Elmo’lu pijamalarını henüz giymemiş halde.

Hemen sağındaki rafa takıla gözleri tanıdık bir şeyler görmüştü. Hikayeyi biliyordu sanki. Elizabeth ve Darcy. Sonunda yazarın aksine mutlu olabiliyorlardı. Kitabı okumuş olsa dahi hatırlayabilmesinin nedeni BBC’de yayınlanan filmlerdi. Evde birkaç televizyon ve Jude’un ise oldukça boş vakti vardı. Geceleri uyuyamadığında yapabileceği şeyler okumak ya da izlemek olabiliyordu. Ama bu kitabı okuyalı yıllar olmuştu, büyükbabasının evindeki kitaplıkta bulduğunu ve oldukça eski bir basım olduğu için anlayamadığı kısımlar olduğunu hatırlıyordu. Ama mutlu sondu. Austen’in aksine sevdiği adamla birlikte olabilmişti Elizabeth. Parmakları arasına aldı bu yeni cilde sahip halini, “İşte buydu okuduğun kitap, hatırlıyorum.” Aklında onlarca soru vardı sormayacağı, nereden geldiği ve neleri sevdiği. Başka şeylerle birlikte saklayacaktı onları da. “Buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum bile, bana okumam için bir şeyler önerebilir misin?” Lütfen LOTR demesin. Lütfen LOTR demesin. Kitabı ona doğru uzatırken ellerine dokundu ve kalp atışlarına hâkim olamadığını fark etti bir kez daha. Küçük bir kız çocuğu gibi davranıyordu adam, aptal.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Aphra Avichayil
Oxford I. Sınıf | İbrani Dili ve Yahudi Kültürü
Oxford I. Sınıf | İbrani Dili ve Yahudi Kültürü
Aphra Avichayil


Mesaj Sayısı : 162

reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Empty
MesajKonu: Geri: reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.   reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Icon_minitimeC.tesi Şub. 11, 2012 4:48 pm

Yerdeki döşemeye bakarken, geçen yaz izlediği filmi anımsadı. Tam olarak hatırlamıyordu, hikâyenin birçok parçası eksikti. Belki de olduğunu iddia ettiği hastalığının – teşhisi kendi koymuştu; zira bunu bir doktordan işitmekten korkuyordu – zihinsel etkilerinin boyutlarını araştırmalıydı. Film olarak nitelendirdiği şey, kesinlikle hayal ürünüydü, niye bugüne kadar düşünememişti ki? Gerçeklerin acıttığı bir evrende hayallerden başka neye tutunabilirdi? Saçlarını okşayacak bir abisi yoktu artık. Bir panayırda, renkli zevkler arasında kaybolamazdı. Pamuk şekerden bulutları yoktu. Pamuk şekerden bulutlar! ‘Günün en değerli öğünü kahvaltı mı? Pamuk şekerler. Benzecry onlara bayılırdı ve tabi ben de. Aslında onları mor yapmayı bile denedik. Çünkü mor güzel bir renktir ve ikimize de çok yakışır. Benzecry böyle söylerdi en azından.’ Aklına hoyratça dalan bu kelimeleri ne zaman dillendirdiğini bilmiyordu. Az önce eski defterleri tozlu bir rafa kaldırmaktan bahsetmiyor muydu? Hayatın cefalı yoluna koyabileceği nadir çakıl taşı şansını, niteliksiz bir şeymişçesine iteleyemezdi.

Her şeyi unutup, adamın gözlerine baktı. Maviliklerini bir kenara attı, en içini gizleyen hiçbir şeyi istemiyordu. Parlak gözler yerine, pür umut taşıyan gözleri görünce, zemine yapıştı kaldı. Bu aynaya bakmak ya da yerde yatan, cansız bedenini görmek gibiydi. Titremesi daha da arttı, burnunu çekerken, sol kolundaki tüm kasların işlevsizleştiğini fark etti. Hep böyle olurdu zaten, sağ eline hastalık kazandıran eli de sol eli değil miydi? Başta onu kesmeyi bile düşünmüştü; fakat tüm ihtimalleri tartarak, yüzde bir de olsa ileride gelen şeyi yapmıştı: Umut etmişti. Hastalığın sağ eline de sıçramayacağını ummuştu, ölümü beklemeyi değil. Bin kişiden birinde görülen bir hastalığı barındırarak, ne kadar şanssız olduğunu kanıtlamıştı. Şimdi de karşısındaki adamı elde etmekten mi bahsediyordu? Artık ne istediğini bile bilmiyordu. Onu kimse anlamıyor diye, tanımadığı birine benzetmişti kendini. Onu anlayan insanların varlığı umuduyla yanıp tutuşan ruhunun sönmesini istemiyordu. Kimse acımamalıydı ona, adamın yanında titrememek için şeytana dahi pazarlayabilirdi ruhunu. Onu neden bu denli önemsemişti? Birkaç dakika sonra adamın gidişini sessizce izleyecekti. Hiçbir şey olmayacaktı, sadece hücreleri ölmeye devam edecekti ve bu olayın kalple bir ilişkisi olacaksa, bir parçası daha kaybolacaktı. Bedeni her gün daha fazla tükenen biri için alışıldık şeylerdi bunlar.

Seven insanlar yerine sevişen insanlar görmüştü, en ufak bir çarpıntıyı aşk sanırdı. Çellonun tek tınısını, bir resitalin en ucuz parçasını, rezaletle eş değer bir bale gösterisini… Yapamadığı her şey kutsaldı onun için, tanrı kadar kutsal. Ve adam. O kadar yüceliyordu ki gözünde, bunu durdurmalıydı, yoksa eline geçerdi. Hakkında güzel bir kıza sahip olduğu dışında hiçbir şey bilmiyordu. Ne karısını, ne yaşını, ne de ne iş yaptığını. Yutkundu, onu bu kadar çekici kılan da oydu, değil mi? Eğer Prudence olmasaydı, bu kadar mühim olmazdı belki de. Hakkında hiçbir şey öğrenmemeliydi, bir insanın daha değersizleşmesini göze alamazdı. Alt dudağını ısırışını izledi Aphra, titremeyi umursamıyordu. Birkaç dakika sonra terk etmeyecek miydi adam, doya doya bakamaz mıydı? Gözleri tam anlamıyla eşsizdi. O klasik ‘çarpık’ gülümsemenin adama ne denli yakışacağını tahmin edebiliyordu. Gitmeden önce bunu istese ayıp mı olurdu? Burada ayıp olur muydu? Adam bazen otoriter, bazen nazik, bazense çekingendi. Onu istemeden abisine benzetti, belki özlediğinden, belki de onun gidişini de görmek istediğinden. Çoktan gitmemiş miydi? Öyleydi; fakat asla terk edememişti.

“A thousand miles seems pretty far; but they've got planes and trains and cars. I'd walk to you if I had no other way.” Aslında gerçekten de suçlu hissetmiyordu. Sonuçta yanlış bir şey yapmıyordu. Hem Prudence tarafından da tanınıyordu, illegal değildi yani. Sadece bu olayı uzatmamalı, ‘bir işi çıkmalı’ ve hemen burayı terk etmeliydi. Ama terk edemiyordu işte. Her ne kadar hastalığını bahane ediyor olsa da, bunun sebebinin Jude olduğunu biliyordu. Tanrı aşkına, ondan o kadar nefret ediyordu ki şu an! Bir gün evli adamları çekici bulan ‘avcı’larından biri olacağı aklının ucundan bile geçmezdi. Yaptığı salaklığa bir tepki verip, gidebilir miydi, lütfen? “Peki dileklerimin gerçekleşmesi için başka bir yol biliyor musun Aph?” Hayır, hayır, hayır. Bu çok yanlıştı. O kadar yanlıştı ki, evrenin en yanlış şeyi ödülünü bile alabilirdi. Neden hala gitmemişti? KAHROLASI KIÇINI OYNAT ARTIK, JUDE! Oops, aslında daha önce hiç küfür etmemişti. Ama içinden ettiği için sayılmazdı, değil mi? Bunu düşünmesine yetecek mecali yoktu.

Birden tanıştıkları günü hatırladı. Etraftan tamamen soyutlanmış, Pride and Prejudice okuyordu. Tam son sayfaya gelmişti ki, önünde duran ve onu izlemekte olan kızı fark etti. Güzel sarı saçları ve beyaz teniyle göze çarpıyordu ve aslına bakarsanız epey şirindi. Sanki şey gibiydi, Aphra, kitaba ikinci kez başlasa bile, orada öylece izleyecek gibi. Gülümseyerek, kitabı yanına bıraktı Aphra. “Merhaba! Ben Aphra.” Yüzünde zoraki; fakat belli olmayan bir gülümseme, kızı izliyordu. Bir sağa bir sola dönen kız neden ilgisini bu kadar çekmişti, bilinmez. “Prudence.” Tabi r harfi pek de temiz çıkmamıştı; ama Aphra anlamıştı. “Memnun oldum Prudence, oyun oynamak ister misin?” Kızdan gelen onayla dakikalarca oyun oynayan ikili, ikisi de bitap düştüklerinde durdu. Daha sonra da oynayacaklarına dair söz alan kızın gideceğini sanmıştı; fakat hayır, birkaç dakika sonra, bir adamla yeniden yanında belirmişti. Babası mıydı? Yok artık, genç duruyordu. Ve de yakışıklı. Ama hayır, daha çok gençti. Ne saçmalıyordu böyle? “Üzgünüm, yalnızca – Herhalde sizinle tanışmamı istedi.” Küçük kıza bakıp gülümsedi ve elini uzattı. “Aphra.” Biraz daha gülümseseydi, dişleri fırlayabilirdi. Aslında hayır, yalnızca tebessüm etmişti. “Jude.” Beatles! Hayır, sadece Jude. Büyük ihtimalle o şarkıdan nefret ediyordu. Onun adı Jude olsaydı, o da nefret ederdi.

Kendine gelebildiğinde, Jude’un parmakları arasındaki kitabı fark etti: Pride and Prejudice. İster istemez gülümsedi. Cilveleşmiyordu. Hayır. Yalnızca kitaba gülümsemişti. “İşte buydu okuduğun kitap, hatırlıyorum.” Daha fazla gülümseyebilir miydi? Lanet olsun! Ya Jude çok dikkatliydi ya da – hayır, Jude çok dikkatliydi. O kadar. “Buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum bile, bana okumam için bir şeyler önerebilir misin?” Kitabı Aph’e uzatırken, elleri temas etti ve… Ve sonra Aphra, bir roketin içinde uzaya yollandı. Soruyu algılayabildiğinde, onaylarcasına kafasını salladı. Ona ne önereceğini biliyordu. “Benimle gel.” Deli cesaretiyle adamın elini kavradı ve peşinden sürüklemeye koyuldu. Aradığı serinin nerede olduğunu biliyordu. Rafın önünde durdu, istemeye istemeye adamın elini bıraktı. “Her geldiğimde bu kısmı yoklarım da. Tek sorun, Hobbit yok. Hemen başlamak için über bir istek falan duymuyorsan, başka bir yerden tedarik edebilirim. Ya da dur!” Kafasının üstünde beliren ampul görünmez miydi acaba? Aklına gelen fikir, pek parlak değildi. Sonuçta bu, Jude’u eve atmak gibi olurdu. Jude’u eve atmak… Tanrı aşkına! “Sanırım evimde bir kopyası olacaktı. Tamam, belki de iki üç tane. Ama dört değil, kesinlikle dört değil.” Beş tane. Evet, tam olarak beş taneydi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Empty
MesajKonu: Geri: reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.   reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Icon_minitimeC.tesi Şub. 11, 2012 9:43 pm

Hayatını nasıl yönlendireceğini öğrenmesine gerek yok artık, her şey göz önünde zaten. Erkenden ölmek, geriye kalan tüm parayı herhangi bir yere bağışlamak yok. Düzgün yaşamalı. Alkol değil de, sigarayı bıraktı mesela. Büyük bir bağımlılık değildi kendisi için, ağrıkesicilerini alsalar delirir tabii. Tabii eve hasarsız dönmeyi kesmezse.

Vaktini yalnızca düşünerek, hiçbir şey yapmayarak geçirmeyi televizyon izlemekten ya da telefonuyla uğraşmaktan daha çok seviyor. Telefonu var denemez bile, büyük ihtimalle evin en anlamsız yerlerinde şarjı tükenmek üzere bekliyordu birilerinin kendisini bulmasını. Şifresi yok, kayıtlı olan kişi sayısı 27. Gelen mesajları kontrol etmekten vazgeçeli aylar olduğu için biriken şeyler korkutuyor gözünü sahibinin. Evdeki telefon numarasını biliyor cebini bilenler, onu arasınlar diye düşünüyor. Mesaj bırakabilirler hem. Eve dönüyor ne de olsa her gece, son altı yılda bir gecesi dahi dışarıda geçmedi. Her zaman evde, kızıyla en fazla sekiz saat ayrı kaldı. Onu hiç görmediği bir gün o büyüyene kadar olmayacak, yalnız bırakmayacak onu ya da büyükbabasının yanına, tatil için gitmesine izin vermeyecek. Yani, şimdilik. Küçük kız da babasından ayrılmak istiyormuş gibi görünmüyor, bugün onu bırakırken boynuna sarıldığı saniyelerde kulağına fısıldadı onu sevdiğini. Çoğu kelimenin aksine tüm cümlede tek bir hata dahi yoktu, zorlandığı sesler değildi bunlar ve alışıktı bu kelimeleri peş peşe dizmeye.

Hayatına tutunmasını sağlamıştı kız ve onunla birlikte geçirdiği vakitlerde –ki bu son dönemde tüm yaşamı oluyor– neşeleniyordu ve nadiren kayboluyordu tebessümü. Evdeki o cüce kedi gelip kimseyi tırmalamadığı sürece. Adını Mate koymuştu kız, arkadaşıydı çünkü. 

“Dik dur.” Bu kadar. Çocukluğundan aklında kalan tek cümle. Annesiyle babasını hatırlamıyordu, kendisi beş yaşındayken öldürülmüşlerdi ve büyük babası kendisinin kambur kalacağını düşünen yaşlı bir bunaktan başka hiçbir şey değildi. Hayır, yani, öyle değil. Pek de iyi bir vasi olduğu söylenemezdi onun için, oğlunun ölümü yetmezmiş gibi bir çocuğa bakması gerekmişti ve geriye hiçbir akrabaları kalmadığı için –annesi yetimhanede büyümüştü Jude’un– o 70 yaşındayken başına kalmıştı küçük bir çocuk. Büyük bir evde büyüdü, malikane. Hayır ama gene de büyük bir evdi, en azından iki kişi için fazla bir sayıdaydı odalar. Okuma yazmayı erkenden öğrendi, eğitimine evde devam etti ve liseye başlayacaktı ki- Sonrası Londra işte, geri döndü evine.

Son yıllarını kanepeye oturduğu ve kucağına kedi ile kızının kucağına yaslandıkları bir görüntüyle özetleyebilirdi. Aralarda oyunlar, aralarda elma hangisi. Üç yıl önce bulaşık makinesinin kapağına oturabiliyordu Prudence, önceki yaz koltukların arasına salıncak yapabilmişlerdi ve geçen mevsimde birlikte bisiklet sürdüler. Parklardaki koşuşturmalardan sonra salıncağı nasıl hızlandıracağını öğretmeye çalışıyordu ona, bir baba olarak fena bir iş çıkarmamıştı. Kaydırakları anlamsız bulması ve yüzmekten korkması hariç olağan bir çocuktu. Bir de lunapark. Nedense Prudence’a anlamsız geliyordu yükselip alçalan, dönen o aletler. Mickey Mouse gibi Disney World’ü de anlamsız buluyordu. Her ne kadar ikna etmeye çalışsa da Jude, bir kez olsun kabul ettiremedi. Çimlerin üzerine uzanıp uğur böceklerini izlemeyi buna yeğliyordu, elbisesinin eteklerini kaldırarak koşmak daha çok zevk veriyordu ona.

Buraya gelmekle iyi mi yapmıştı bilmiyordu. Neyineydi kitap okumak? Pek de zeki değildi, elinde herhangi bir diploma yoktu. Okuduğu tek kitaplar eski romanlar ya da tarihi, insanları eleştiren şeylerdi. Araya gerçek hikâyeler kattıkları araştırmalar bazen. Çocukluğunda okuduğu seriler, yaptığı çizgi roman koleksiyonları yoktu. Aphra hakkında tek fikri yoktu, okuyor muydu yoksa- Konuşmasındaki o hafif aksanın –Prudence’ın bozuk konuşmasından sonra her şey normal geliyordu ona– nereden geldiğini bilmiyordu mesela. Aphra. Aphra. Tek dil bilen birisi için her açıdan yabancı bir isimdi. Umurunda değildi ama, kendi adı sanki yeterince çirkin değilmiş gibi. Annesi koymuştu ama gene de sevemiyordu işte. Okula gitmediği için şükrediyordu, yoksa- Hey Jude! ki erkek çocuklarından nefret ederdi. Frankie hariç.

Aphra. Onu henüz tanımıyordu bile, adı ve birkaç şey. Üzerinden ayıramıyordu bakışlarını, ilk görüşmelerinin aksine omuzlarına dökülüyordu saçları. Aklından kendini utandıran düşünceler geçti ve bundan çekindiğini fark ettiğinde ne kadar toy olduğunu hatırladı bir kez daha.

Onun gözünde yalnızca pis bir adamdı belki de, evlilik dışı bir çocuk ve- HAYIR! Bunu bilmiyordu ki! Yalnızca adı ve Prudence hakkında birkaç şey. Evli, bekar ya da her neyse- Durumlarını bilmiyordu, belki de- Bu yüzden miydi ki kendisinden çekinmesi? Ne yapmalıydı ki? Birden bire söylese ve hiç düşüncelerinde yokken- Nefes alışverişleri ve ardından nabzı arttı. Charles Xavier gibi düşüncelerini okuyabilseydi şimdi, keşke ama şu an herhangi bir filmin içinde- Ah, düşüncelerini toparlamalıydı. Dikkati çabuk dağıldığı gibi şimdiye dek ağzından çıkan cümleler de pek tutarlı değildi sanki. “Benimle gel.” Sonra elini hissetti.

Her ayı gördüğünde sanki onu tanıyormuş gibi gülümserdi Jude, hele de sabahları güneşe inatla gökyüzünden silinmiyorsa görüntüsü. Kendisini neşelendirebilen nadir şeylerden birisiydi, diğeriyse malum. Şimdi gene gülümseyebilmişti, neşeden kulakları ağzına varmış- HAYIR, yani, sevinmişti işte. Onunkiler ardından attığı adımların sonlanmamasını istedi, avucunun içindeki parmaklarını bırakmamayı seçebilir miydi? Kitaplıkların oluşturduğu koridorun sonuna gelmeden önce durdu Aphra ve rafı gösterirken bıraktı elini. “Her geldiğimde bu kısmı yoklarım da. Tek sorun, Hobbit yok. Hemen başlamak için über bir istek falan duymuyorsan, başka bir yerden tedarik edebilirim. Ya da dur!” Lord of the Rings dememesi için dilekler tutarken –bugün hiçbiri gerçekleşmeyecekti anlaşılan, gerçi bu kısmen de olsa dilediği gibi olmuştu– aynı yazarın, seriden önce yazdığı kitabını söylemesi garipti hani. Tesadüflere inanmazdı Jude oysa. Heyecanla konuşuyor olmasından kendisi de büyük bir zevk aldı, merakla onu dinlemeye devam etti. “Sanırım evimde bir kopyası olacaktı. Tamam, belki de iki üç tane. Ama dört değil, kesinlikle dört değil.” Şimdiye dek ki tek ilişkisinin eve gidip dokuz ay sonra hastanedeki sancılarla sonlanmış olması –kendisi doğurmamıştı ama sancılar vardı gene de– yüzünden herhalde ilk başta ürktü bu düşünceden. Ancak abarttığını düşündü sonra, Aphra da kendisi kadar çekingendi. Tek fark kendisi bunu yıllar boyu saklamayı iyi becermişti, o ise bunun altına sığınabildiği bir yaştaydı. SONRA SAÇMALIKLARI DEVAM ETTİ AKLINDAN GEÇMEYE VE GEÇMEYE. “Saat 5 gibi Prudence'ı almak için geri dönmem gerekecek, 'hiç evlenmemiş adam ya da bekar baba' olmanın görevlerinden birisi işte. Ama- Sanırım gelebilirim, tabii bunu içten söylüyor ve gerçekten istiyorsan. Yoksa herhangi bir yerden de bulabilirim kitabı.”  Evde okumaya başlayıp sonunu getiremediği, rüyalarına elflerin girmesine neden olan bir tane vardı oysa. Eski bir baskı, yeşil bir kapak. Aphra’nın gözleri gibi değil, daha da çirkin.

Onun karşısındayken kalp atışları olağan düzenlerinden çıkıyor, farklı periyotlarla hızlanıp yavaşlıyorlardı. Düşünceleri çabucak değişiyordu ve bir an mutluyken bir an asılıyordu suratı. Bunun böyle devam etmesine katlanamazdı normalde ancak kalbindeki o his, bilse dahi suni olduğunu, devam etmesi gerektiğini söylüyordu. Davetkâr ve onu rahatsız etmeyecek bir biçimde gülümsemeye çalıştı, o uzun gamzesi belirdi bir yanağında.

Önceki dakikalarında, Sustum."?demişti ve ancak şimdiki bu sessiz anda söylemesi gerekenler canlandı aklında.

"Hayır, yani, susma. Konuşmanı seviyorum, konuşman her şeyden daha iyi." ancak öylece durmuştu karşısında ve bu kelimelerin söyleyememişti. "Bu ses tonunu koru. Bunu çok seviyorum ve belki de gördüğün gibi bazı şeyler hissediyorum. Sana dokunabilir miyim? Evet, aramızda yaşlar var ve benim bir kızım." Keşke daha hızlı düşünebilse ve kararlarını bir anda gerçekleştirebilseydi. Kendi kendini yatıştırıyor ve duygularının kaybolmasına neden oluyordu. "Ya da boş ver." Lütfen Jude düşüncelerini toplarken Aphra bir şeyler bulmasın. Lütfen Jude düşüncelerini toplarken Aphra bir şeyler bulmasın. Kendisinden daha zeki olduğunu bakışlarından dahi anlayabiliyordu, görünüşü yüzünden ya da yaşına rağmen tutarlı ifadelerinden dolayı değil. Kendini sakinleştirmeyi becerebiliyor gibiydi, yani en azından Jude ona baktığı zamanlarda ki çok kısa sürelerde ayrılmıştı gözleri üzerinden. Derin bir nefes aldı konuşmaya devam etmeden önce."Yani, eğer istersen, biraz yürüyebilir ve ardından bir şeyler yiyebiliriz." Bu kadar basit.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Aphra Avichayil
Oxford I. Sınıf | İbrani Dili ve Yahudi Kültürü
Oxford I. Sınıf | İbrani Dili ve Yahudi Kültürü
Aphra Avichayil


Mesaj Sayısı : 162

reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Empty
MesajKonu: Geri: reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.   reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Icon_minitimePaz Şub. 12, 2012 11:39 pm

“Dikkatli olun.” Babasının muazzam gürlükteki sesine baş kaldırmak ne hadlerindeydi! Yine de umursamaz bir biçimde koşmaya başladılar. Aphra, abisiyle birlikte olduğu zamanlarda ediniverdiği o güveni özümsemişti yine. Yeni aldığı bisikletiyle tur atıyordu. Komşularının kızı, neden pembe değil de mavi olduğu hakkında tonlarca soru sormuştu; fakat cevabı belliydi: Benzecry bisikletini haşerelik yaparken paramparça etmişti ve Aphra, onun kadar ihtiyaç duymuyordu bisiklete. Abisi daha maceracıydı, mesela şehrin bir ucundan öteki ucuna gider, kız tavlardı. Her ne kadar bu sırada devreye Aphra’nın kıskançlığı girse de, mühim değildi. Onun için yaptığı bu fedakârlık karşılıksız kalmıyordu sonuçta. Geceleri dinliyordu hikâyelerini. Parlak şehir ışıklarını, bahçelerine çok uğramadığı iddia edilen ayı, özgür insanları… Bir gün onlar gibi olacaklardı. Gökyüzündeki yıldızlara isim vermeye başlamışlardı mesela: Adva, Oren, Yuli… Hayat onlara parlaktı o aralar, soğuk kış aylarında üşürlerse, soba yerine birbirlerini tercih edebiliyorlardı.

“Abi?” Şokla karışık feryadı, gözyaşlarını doğurmuştu. Onu daha görmeden aldığı bela kokusu, kaşındaki patlak ve mor gözüyle harmanlanmıştı. Ağzı ardına kadar açıldı ve bir inleme koydu. Eli ayağı birbirine dolanmıştı, aldığı ilkyardım eğitimini unutuvermişti. “Yüce tanrım, bunu sana kim yaptı?” Ona dokunmaya korkuyordu. Panikten titremeye başlayan elleri, abisinin elleri tarafından kavrandı. “Eve dön Aphra.” Yumuşak sesi bile tedirginliğini silememişti. Kaşından akan kanlar… Kan görmeye dayanamayan Aphra, abisinin kanına hiç dayanamamıştı. Aniden karşı çıkacak gibi oldu. “Hayı – ” Nafile. Yarıda kesildi sözü. “Sana eve dön dedim!” Aynı babası gibi çıkmıştı sesi. Ürkekçe bir adım geri gitti Aphra. Gözlerinde yaşlarla donakalmıştı sanki. Gerginlik solunabilir hale geldiğinde, abisinin titreyen dişlerini işitti. Tekrar eski haline dönen sesi, az önce girdiği transtan çıkaramamıştı onu. “Ben… Öyle demek istememiştim, Aph. Eve git, birkaç saate geleceğim, tamam mı?” Tek kelime dahi edemediğini anladığında, başını onaylarcasına sağladı ve burnunu çeke çeke yola koyuldu. Evrenin en temiz yüreklisine, ağabeyine neler oluyordu böyle? Bu kaçıncı sokak kavgasıydı, sonu olmayacak mıydı?

Nedense Jude’dan çok etkilenmişti. Gözlerinden, dudaklarından, yanağının tamamlayıcısı olan gamzesinden… Evet, abisinin gamzesine benzeyen bir gamzeye sahipti Jude. Yine de Aphra bu yüzden onu beğendiğini ısrarla reddediyordu. Gerçi Aphra onu beğendiğini de reddediyordu. Senelerdir tek aşkını tanrıya beslemiş olan genç kız, korkuyordu. Ya tanrı, Jude’u kıskanır da, ondan alıkoyarsa onu? Üstelik tanrının her bir emrini okumuş olan Aphra, evlilik öncesi birlikteliği de düşünemiyordu. Londra’da yaşayan, iyi görünümlü her erkeğin ihtiyaç duyacağı türden bir şeydi seks. Fakat hayır, Aphra bunu sağlayamazdı ona. Jude da sırf birlikte olabilmek için onunla evlenecek değildi, eğer bir aptal değilse tabi. Kafasını düşüncelerinden uzaklaşmak istercesine salladı. Yapamıyordu. Aslında cinsel birlikteliğin çok zevkli olduğunu duymuştu. Abisinden yani. Yalan söylemezdi o. Terk ederdi; fakat asla yalan söylemezdi, en azından Aphra’ya. O zevkli Jude’la tadarsa, tanrıya ihanet etmiş olurdu. Tıpkı abisinin ona ettiği gibi. Aphra öyle biri değildi, tanrıyla arasına engeller girse bile, elbet doğru yolu bulacaktı. Zira tanrı, onun ışığıydı. Eğer ona olan inancını da yitirseydi, hayatı bir hiçe dönerdi. İnanacak başka bir şeyi olmadığından mıydı bu? Belki de. Gücüne gitmesin; ama Benzecry yanındayken, onu unuturdu.

Gökten üç elma düşmüş: Hiçbiri de onu bulamamış. Doğuştan bahtsız o. Belki de bugüne kadarki tek şansı, Jude Lowell ile tanışmak. Onu da kaybetmek üzere gibi görünüyor. Denge yoksunu davranışlarına fazlasıyla katlandı zira.

Saçlarını toplasa daha mı iyi olurdu? Benzecry, çehresini ortaya çıkardığı için toplamasını söylerdi hep; fakat açıkken de dayanamaz, okşardı her bir teli. Düştüğü ironi, anılar, her şey… Jude’un yanında bunlara yer olmamalıydı. Çünkü Jude bambaşka bir dünyaydı: Prudence ile, karısı ile. Onu istediğini bilmek bile yeterince utandırıcıyken, bir de bunu anımsamak istemiyordu. Acaba karısı nasıl biriydi? Jude’un yanına yakıştırdığı kadın tipini düşündü. Büyük ihtimalle geniş kalçalı, onun kadar beyaz tenli ve iri gözlü bir kadın gelecekti gözleri önüne. Hayır, öyle olmadı. Kendini gördü. Ve sanki biri ızgara bastırdı yanaklarına.

Az önce onu resmen eve davet etmişti! Yeni düşen jeton, kafasını kırma isteği uyandırmıştı onda. Çığlık atarak kaçsa, kaç insan deli derdi ona? Lanet olsun! Yine de onu evinde düşünmek hoşuna gitmemiş değildi. Güneşin girmek için kabadayılık ettiği, perdelerinse birer savaşçı olduğu yatak odasında hayal etti onu. Güzel olduğundan bir an olsun şüphe duymadığı sırtına vuran ışığı saatlerce seyredebileceği gerçeği şimşek gibi çaktı aklına. Prudence’ın sesini duyar gibi oldu. Bu tarz bir ihanet kimsenin hoşuna gitmezdi. Hiç kimsenin. Başı zonklamaya başlamıştı bile.

“Saat beş gibi Prudence’ı almak için geri dönmem gerekecek, ‘hiç evlenmemiş adam ya da bekâr baba’ olmanın görevlerinden biri işte. Ama – sanırım gelebilirim, tabi bunu içten söylüyor ve gerçekten istiyorsan. Yoksa herhangi bir yerden de bulabilirim kitabı.” Hı? Verebildiği tek tepki bu olmuştu? Bekâr ve evlenmemiş? Şu an evlilik dışı çocuğu yüzünden onu ayıplaması gerekiyordu, bekâr olduğuna sevinmesi değil. Yanlış bir yolda, ardına bakmadan ilerliyordu. Tehlike çanlarını işitmek güç değildi. Neden diyordu içindeki ses, neden evlilik dışı çocuğuna bakıyordu? Annesi neredeydi? O an, en çok utandığı an oldu. Bunu sorgulamak yerine, adamı takdir etmeliydi. Çocuğunu sokaklara atan milyonlarca ebeveynin olduğu bu dünyada, Jude, Prudence ile gerçekten ilgileniyor gibiydi. Yanağında oluşan, o kusursuz gamzesini seyretmeye koyuldu. Gamzenin, yüz kusuru olduğunu söyleyen herkes halt etmişti o an.

“Ya da boş ver.” Uzaklara dalıp gittiğini ancak o vakit anlayabildi. Dilini mi yutmuştu? Hadi ama, yapması gereken tek şey ağzını açmak ve – yapması gereken diğer şeyi unutmuştu. Adamın aldığı nefesten önemli bir şey göremiyordu. Kör anına denk gelmişti, her zamanki gibi. “Yani, eğer istersen, biraz yürüyebilir ve ardından bir şeyler yiyebiliriz.” Gözleri birden parlamış olsa da, dizginleyebilmişti kendini. En azından öyle sanıyordu. Elinin titremesi kararsızdı: Durmalı mıydı artık yoksa daha da mı güçlenmeliydi?

Aphra, Jude’u evinde hayal ettiği o andan beri, başka bir şey düşünemiyordu. Tepkisini ölçmek için başladığı cümlenin fiyaskoyla sonlanacağını kim bilebilirdi ki? “Şey, aslında senin için yemek yapmak isterdim; fakat kültürlerimiz epeyce farklı, seveceğini pek sanmıyorum. Zaten iyi bir aşçı da sayılmam. Benzecry bu konuda başarılı olduğumu söylerdi; fakat o bir yalancıdır.” Oysa ona hiç yalan söylememişti. Gözleri ister istemez doldu. Mükemmel, kendini Jude’a acındırmak, şu anda ihtiyacı olan son şey bile değildi. Sorgulayıcı bakışlarla karşılaşmamak için, açıklama yapma ihtiyacı duydu. “Benzecry, ağabeyimdi. Kudüs’ten hoşlanmazdı, ailemizdeki baskıyı kaldıramadı ve kaçtı. Onu bir daha hiç görmedim.” Burnunu çekti. Gözlerini yere sabitledi ve konuyu değiştirmeye çabaladı. “Her neyse, içinde domuz eti olmayan herhangi bir şey yiyebilirim, sanırım. Aslına bakarsan epey hassas bir midem vardır ve…” Çünkü Jude da tüm detayları bilmek istiyordu zaten. Aptalın tekiydi. Yanakları domatesten farksız kaldığında, mırıldanmaya başladı. “Çok konuşuyorum, değil mi?” Elbette.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Empty
MesajKonu: Geri: reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.   reading time with- oh look, I think I'm gonna cry. Icon_minitimePtsi Şub. 13, 2012 8:29 pm

Bir asker, aşçı, gerçek bir aşık olabilirdi yetileriyle. Olabilirdi. Hemen, şimdi. Ama nasıl? Olabilirdi, ama önce birisi. Belki birisi. Yalnızca birisi. Birisinin yastığı olabilirdi, sonsuza dek yanında kalabilirdi böylece. Sonsuza dek değil, aralarından birisinin yaşamı boyunca, sonrasında başka bir yastık edinmesini ihanet saymazdı Jude. Külleri çoktan okyanusa savrulmuş olacaktı zaten. Islık çalmayı biliyordu ve rüzgara karışabilirdi bir parçası, yani, direk olarak bir parçası değil. Önce su, sonra toprak ve sonra rüzgar. Topraktan sonra bir şekilde bir su ısıtıcısının içine de girebilirdi, ölümünden sonra organlarının bağışlanmasından sonra tek bir beklentisi olmayacaktı. Geriye kalan bedenini yakabilir ya da bir çölün ortasına bırakıp aç hayvanları besleyebilirlerdi. İnanmıyordu cennete de, var olmasını ancak inanmıyordu işte. Ebeveynlerinin öldükten sonra cennete gittiklerini, kendisini yukarıdan izlediklerini söyleseler dahi yalnızca küçük yaşlarda buna inanmış ve ardından kendini kandırmanın pek de onurlu bir şey olmadığını düşünmüştü. Onur. Sanki hayatı mükemmelmiş gibi.

Ancak böyle yürüyebiliyordu işte, kendi seçeceği gelecekten biraz olsun daha kötüydü ve gözyaşlarıyla son buluyordu. Belki bu kendisi için geçerli olmayabilirdi, gözyaşları dökmemişti kimse kendini için ve bunun gerçekleşmesini de istemezdi. Yaşlanana kadar gençtin ve bu böyle yürüyordu, sevmeyene dek sevecektin ve yapamayana dek deneyecektin. Bu kadar, kurgulanmış şarkı sözlerine benzese de aklından geçenler –ki bunların beyninde bir yerlere saklanan bir şarkıdan çıktığından neredeyse emindi– temsili olsa dahi gerçektiler. Ağlayana dek gülerdin ve gülene dek de ağlardın. Bu kadar. Sonrası yok. Sonra insanlar ölüyor ve varoluş nedenleri zaten bu. Ölene dek nefes almak zorundaydı. Herkesin işi bittiğinde sıra kendisine gelecekti diye bir şey yoktu neyse ki ve öldükten sonra herhangi bir şey yapmasına gerek kalmıyordu. Ancak savaşmaya çalışıyordu ve bu hiçbir zaman kendisi için olmamıştı, yani, iki ay hariç. İlk başta büyükbabası ve şimdi de Prudence. Nefes alışlarının yalnızca bir ritim olduğunu düşünmüş, tekrar hissetmeye çalışmış ve aklındaki tüm düşüncelerin doğru olduğunu kabul etmişti. Bu kadar. Bu kadar. Bu defa fazlası yok.

“Şey, aslında senin için yemek yapmak isterdim; fakat kültürlerimiz epeyce farklı, seveceğini pek sanmıyorum. Zaten iyi bir aşçı da sayılmam. Benzecry bu konuda başarılı olduğumu söylerdi; fakat o bir yalancıdır.”

“Benzecry, ağabeyimdi. Kudüs’ten hoşlanmazdı, ailemizdeki baskıyı kaldıramadı ve kaçtı. Onu bir daha hiç görmedim.” Kudüs. Bu şehir anıldığında aklında ilk beliren şey Indiana Jones oluyordu, ardından Harrison Ford ve sonrasında da Han Solo ve niceleri. Kutsal topraklar. Aklına kalabalık, beton yapılar gelmişti ki bu da bir belgeselden olsa gerek. Tapınak Dağı. Ağlama Duvarı. İsa. Yahudiler- Aphra. Soyadını bilmiyordu ancak ne olursa olsun her şey yerine oturmuş gibi görünüyordu, aksanı ve Orta Doğu’dan fırlamış adı. Ağabeyiyle olan kısma gelince, “Üzüldüm.” diye mırıldanmasının ona anlamsız geleceğini düşündü ve suskun kalmayı tercih etti. Peki kendisi nasıl buraya gelmişti? Üniversite? Belki. Ayrıca nüfuzlu bir aileden olabilirdi de; bu cahil aklıyla bildiği bir şey varsa Jude’un, Tanrı’larına sadık oldukları kadar ırklarına da sadıktılar ve bu paranın aynı inançlı kişiler arasında kalmasını sağlıyordu. Her neyse ve her neyse. “Her neyse, içinde domuz eti olmayan herhangi bir şey yiyebilirim, sanırım. Aslına bakarsan epey hassas bir midem vardır ve…” Balık? Biraz abartılı olur muydu bilmiyordu ama bir sandviçe yeğleyebilirdi Jude balığı, makarna ya da pizza yemek istemediği- Bunları düşünme. Düşünme. Dinlemeye devam etse dahi düşünmeye başladığı anda fikirleri birbirlerine giriyor, aklı karışıyordu. O kadar zeki değildi ve Aphra’yı dinlemek yerine kendi düşünceleriyle boğuşuyor olması ister istemez canını sıkıyordu.“Çok konuşuyorum, değil mi?” Prudence okuldayken her salı ve perşembe sinemaya gitmişti, sene boyunca izlediği filmlere ayırdığı süreyi Aphra’yı dinleyerek geçirmeyi dilerdi. Ya da televizyon, her akşam hangi kanalı çevirirse karşısına çıkan dizilerden daha çok ilgisini çekiyordu ne de olsa. Ses tonundaki tedirginlikle yanakları kızardığında bir kez daha karşılaştı ve gözkapakları gizledi gözlerini bakışları yere çevrildiğinde. Ödülü sanki gözbebeklerindeymiş gibi ayırmamıştı üzerinden gözlerini ve şimdi- Önce parmak uçları dokundu tenine ve ardından bileğini kavradı parmakları. “Hayır, sesini tekrar duyabildiğim için mutluyum. Tesadüflere inanmam ve bu-” Nasıl tamamlayacağını biliyordu cümlesini ancak gene de emin olamadı kendisinden, bazı anlardan nükseden özgüveni tekrar yenik düşmüştü kişiliğine. “Bu, bilmeni isterim ki, beni oldukça memnun etti.”

Yalnızca bir gece tüm hayatını değiştirmiş ve her şeyin bu hale gelmesini sağlamıştı. Tüm renkler artık beyaz ve her şey istediğinden daha kolaydı. Her ne kadar birkaç sene içinde Prudence'a annesinden bahsetmek zorunda kalsa da. Er ya da söyleyecekti kadının gidip bir daha dönmediğini ve kendisinin de bunun nedenini bilmediğini. Kendisini tanıtacak olsa çocukluğunun büyük bir trajedi yüzünden ertelendiğini ve tüm aptallığıyla bir çocuk yapmaya cesaret ettiğini söylerdi, gerçi şimdiye dek hayata getirtiği tek başarılı şeydi Prudence. “Yaptığım en iyi hata” ve nicelerini söylemeyecekti kimseye ama öyleydi, başkalarının bilmesine gerek yoktu bunu. “Ve öyle söyleme. Yemeği yakana kadar ben de iyi bir aşçıyım, yani, en azından-“ gibi bir şekilde başlayacaktı cümlesine ancak yalnızca aklından kayboldukları gibi vakit de kaybettirdiler kendisine bu kelimeler. Düşünceleri çok kolay dağılıyordu. Ah! Elini çekti o uzun anın ardından; rahatsız olması en son isteyeceği- Hayır, hiç mi hiç istemediği bir şeydi. “İstediğini sipariş edebilirsin, eminim bir hamburger kadar kusursuz(!) olacaktır.” Belki balık. Belki balık. “Ve ne kadar konuşursan konuş seni dinleyeceğimden emin olabilirsin, konuşmanı seviyorum.” Onu arzuluyor olma nedeni sahip olma isteği, bir kez daha birine güvenebilmeyi yıllardır beklemesiydi. Uzun sevişmeler istemiyordu o, henüz beş yaşındaki bir erkek çocuğu gibi masumdu ve üzerindeki olgunluk ile sevmekti tek dileği. Aynı gerçekleşmesini beklediği dileği gibi.

İstediği gibi davranmalarını sağlayamasa da insanların kendisini değiştirebileceğini kabullenmemişti hiçbir zaman, bazı günler yalnızca bir zorbadan ibaretti ve eve geldiğinde yumuşuyor olmasının nedeni hayatını adadığı kişiydi. İnsanlarla ettiği sohbetlerde birkaç kelimeden biri kızının adı oluyor ve onları bıktırdığını bilse dahi umursamıyordu. Sanki onlarca arkadaşı varmış gibi, sanki etrafındaki insanlar milyonlarmış gibi. Kendisini zorla sevdirebilir miydi? “Sevgi zaten bir şekilde yerleşecektir kalplere.” ve izlediği başka bir belgeselde öğrendiği Stockholm Sendromu'ndan bahsetmiyordu ancak insanlar ne kadar sabırlı olursa- Neden düşünüyordu ki onun güzel gözleri üzerindeyken? Sanki dışarıda savaş vardı ve kendisini yaşamaya zorluyordu; bunun çevirisine gelince, bu kadar kolay umutlanıyor olması kendisini memnun ediyor ve kalbinden geçenlere ayak uydurmaya çalışıyordu. Kendine olan inancı yeniden beliren gülümsemesiyle tekrar yerine geldi ve aynı birilerinin karşısında çalarkenki gibi emindi kendisinden. Çocuk menüsünden bıktığım için hamburger oldukça makul göründü gözüme o cümlede, ama ne istersen- Yani, ben her şeyi yiyebilirim. Sen ne istersen. Tabii isterse. Aklında kurduğu şeylerin gerçekleşmeme ihtimaline nefretle bakıyordu ve bunun da suratındaki gülümseme ardında gizli olması utandırmıştı kendisini. Hayır, o ne isterse. Aynı kendi dudaklarından döküldüğü gibi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Just in time for brunch.
» wrong place at the wrong time.

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
London Never Sleeps :: c i t y . o f . w e s t m i n s t e r :: Regent Street :: Padre Pio Bookshop-
Buraya geçin: