London Never Sleeps
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Hoş geldin .
Londra senin için Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri uyumuyor.
Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri buralarda takılmadın.

Aramıza son katılan https://lnsrplay.yetkin-forum.com/u398, Londra'ya hoş geldin!
Sitemiz bir rol oyunu sitesi olduğundan lütfen bu amaçla, Ad Soyad şeklinde kaydolun.
Rol oyununa başlamadan önce Başlangıç Rehberi'ni mutlaka okuyun.
London Never Sleeps toplu konuşma: Chatbox.
Rol oyunu puanlaması için: Tık.

 

 başlıkbulmayıhiçbeceremem

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Llesenia Carreño Martinéz
Cambridge I. Sınıf | Politik Bilimler
Cambridge I. Sınıf | Politik Bilimler
Llesenia Carreño Martinéz


Mesaj Sayısı : 156
Nerden : Kolombiya.

başlıkbulmayıhiçbeceremem Empty
MesajKonu: başlıkbulmayıhiçbeceremem   başlıkbulmayıhiçbeceremem Icon_minitimePtsi Şub. 06, 2012 7:42 pm

Londra’nın en gözde okullarından birinden mezun olmanın artı yönleri, tek derdi Oxford’a girip sözde geleceklerini garanti altına almaya kendini adamışlar için saymakla bitmez. Bir de bu süper özel okulların güzel kız, yakışıklı erkek yelpazesi bir hayli geniştir; yataklarından olabildiğinde nitelikli kişi geçsin isteyenler için bu okullarda okumak bir nimettir. Hatta bazılarının yatmadan önce yüce lise ruhuna dua ettiklerini düşünürdü Llesenia. Baba, oğul, kutsal lise; amen. Eksi yönleri de pek hoş bir görünümü olmayanlar, inekler (hani şu başta bahsettiğimiz Oxford tapıcılar), kendi halinde olanlar ve gerçekten insan olanlar için uzun bir liste haline, yuvarlanıp altın renkli patika boyunca uzayıp gider. Kızıl kafalı kız, aynasında kâküllerini düzeltirken listeyi yazmaya başlamıştı bile. ‘Ayıp olmasın diye gidilen partiler, herkesin parlak kariyer planlarından bahsettiği partiler, genel olarak ağızları yeşil banknot kokan tiplerin olduğu ve ayıp olmasın diye onlarla konuştuğun partiler, ehem sonracığıma lise arkadaşlarıyla olan partileri sevmediğimi eklemiş miydim?’ İşte dün gece sıkıntıdan balon gibi şişip eve uçarak geldiği partiden nefret etmişti. İnsanlardan mı, parlak gülümsemelerden mi, muhteşem gelecek hayallerinden mi yoksa ortamın fazlasıyla nezih olmasından mı daha çok sıkıldığına karar veremiyor.! Sen ne okuyacaksın Llesenia? –Politika. Sonra da politikacılarla bir bir yatacağım. Ya sen?! Zaten gece yarısından birkaç saat önce dairesine dönüp Winnie desenli puf yorganının içine girmiş, ağzından baloncuklar çıkartarak uyumuştu. Uzun zamandan sonra iyi bir uyku uyuyacak olmasının sebebi belki de ilk defa yaşadığı hayatın iyi taraflarının küçük parıldayan noktalar gibi gözlerinin önünde yanıp sönmesiydi. Sarhoş olmadığı anlar dışında kafası çalışan biriydi sonuçta. Elizabeth’in geçen günkü bilmemneyardımgecesinde giydiği kıyafetin korkunçluğu onu zerre ilgilendirmezken bu yardım gecelerini isimlerinin dergilerde çıkması için kullananlarla ilgileniyor, midesinden gelmeyen hayali bir öğürmeyle kafasını onlardan başka tarafa çeviriyordu. Yüzündeki iğrenme ifadesini, acımayı gizlemekte hep zorlanmıştı Llesenia. Duygularını gizler ama düşüncelerini kafasının içinde tutamaz ya ağzından ya da gözlerinde fışkırtırdı.
Gecenin bir yarısı korkunç bir kâbustan uyanmış gibi, kan ter içinde yataktan fırlayıp Jude’a mesaj atana kadar gayet güzel uyumuştu. Ucuz bir tiyatro oyunun, basit oyuncularını saatlerce çektikten sonra gerçek bir insana, hayatı olan ama geleceği olmayan tanıdığı tek insana mesaj atmıştı. Çok yakın değillerdi ama anladığı bir şey vardı ki Jude tanıdığı en takdir edilesi insandı. İsteyen serseri diyebilir, işe yaramaz ya da aptal. Llesenia severdi onu, pek tanımazdı ama tanıdığı kısmı ona tanımadığı kısımlarını da sevebileceğini gösteriyordu. Kâküllerini düzeltmeye devam etti. İyi görünmek değil de, hiç yoktan yüzünü yıkayıp da gelmiş gibi görünmek istemiyordu. Saçlarını tepeden özensiz bir atkuyruğuyla toplamış, dizlerinin biraz yukarısında duran şort tulumunun içine beyaz bir askılı giymişti. Beyaz tenis ayakkabılarına giyince halinden memnun kalmıştı. Beyaz bir sırt çantasını sırtına takıp sokağa çıktı. Hep istediği gibi görünüyordu, ilgi çekmeyen genç bir kız. İlgi çekmemeyi pek beceremezdi ya giydiği fosforlu kıyafetlerden. Konumuz bu değil. Saçlarının arasından parmaklarını geçirip gülümsedi.
Uzun zamandır bu kadar halinden memnun, mutlu ve neşeli hissetmemişti. Jude’un insanları kıramadığını biliyordu, biraz zorla kendini evine davet ettirmiş olmaktan; kızını uyandırıp rahatsız etmekten korksa da hala mutluydu. Kızı isterse uyanabilirdi, çocukları çok sevmezdi ama Jude’un kızı iğrenç küçük kızlardan biri olamayacağına göre onunla ilgilenebilirdi. Küçük sarışın bir şey olmalıydı, küçük gözler, küçük bir ağız, iki küçük deliği olan minik bir burun. Aslında kulağa sevimli geliyordu, aynı bir kedi yavrusu gibi. Yumuşak kürkü, üçgen şeklinde tüylü bir kâğıt gibi kıvrılan kulakları ve oraya buraya salladığı bir kuyruğu yoktu. Eğer bir kedi olsaydı kızı, bir kedi yavrusundan farkı kalmazdı. Belki de o yüzden biri kedi, öbürü çocuktu.
İlk önce bir süpermarkete girip altılı bira kartonu, sonra da bir pastaneden birkaç kruvasan, küçük kız için süslü bir çilekli turta, Jude ve kendisi için de kocaman karışık meyveli turtayı alıp arada sekerek, yavaş yavaş yürüyerek metronun dik merdivenlerine vardı. Bu yer altı trenlerini çok severdi Llesenia. Ender zamanlar dışında, insanların yüzlerine dakikalarca bakabileceği tek yer olarak gördüğü bu araçta insanları inceler, onlara kısa hayat hikâyeleri yazar, zihninde oynatırdı onları. Bu kez yapmayacaktı. Tek ilgilendiği, tüpün içi karanlık olduğu için camdan görebildiği yansımasının gülümsemesiydi. Metrodan inip, elindeki poşetleri sallaya sallaya dairenin kapısına geldiğinde yüreği gırtlağının yakınlarından atmaya başlamıştı. Ya erken geldiyse, belki de hala uyuyordu, belki karman çorman saçlar ve pijamayla karşılayacaktı onu, belki kapıyı duymazdı bile. Keşke saat hakkında konuşsaydık diye düşündü. Konuşmak gecenin o saatinde, uyku gözlerini kemirirken aklına pek gelmemişti. Eh, biraz normal bir durum olmalı ki Jude da bir telefon açıp sormayı düşünmemişti. Yavaşça, kapının çalmasını bekleyen birinin duyabileceği ama uyuyan birini uyandırmayacak şekilde yumruğuyla yavaşça kapıya vurdu. ‘Tak tak.’
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

başlıkbulmayıhiçbeceremem Empty
MesajKonu: Geri: başlıkbulmayıhiçbeceremem   başlıkbulmayıhiçbeceremem Icon_minitimePtsi Şub. 06, 2012 9:02 pm

Sonu yok kendisini sabahlatan kâbusların, hafta boyunca uyuyabildiği tek geceden de ter içinde uyanıyor. Tek kelimesini dahi hatırlamasa dahi içindeki yüzler hatırlamak istemeyeceği kadar tanıdık ve her ne kadar zarif olsa da karşısındaki kişi, kendisine haykırışlarıyla uyandı. Kalkmadı yataktan gene de, başının altındaki yastığın sıcak olması iğrendirdi kendisini ama- Hayır, herhangi bir şeye sinirlenmek ya da herhangi bir şeyi fırlatmak yoktu. Yoksa böyle devam ederse ev çabucak kirleniyor ve tekrar temizliğe başlaması gerekiyordu ki ev içinde yapmak isteyeceği en son şeydi temizlik. Her şeyin altından kendi kalabileceğine inatla inanmaktan devam ediyordu, son aylarda bir kez olsun eve pizza söylememişti ki bu neredeyse 3 yılını sadece pizza yiyerek geçiren birisi için oldukça büyük bir başarıydı.

Ayağa kalktığında gözleri kararmış olmasaydı keşke, ama maalesef karardı ve tekrar yatakta buldu kendisini. Üzerindeki tişörtü çıkartıp, keşke giymemiş olsaydı bunu gece boyunca, bu sefer başarılı bir şekilde kalktı oturduğu yerden ve hala dengesini sağlayamadığı adımlarıyla duş almaya gitti. Parmak uçlarındaki izleri beklemeden çıktı alelacele, soğuk suyla kolayca uyanmış ve ıslak saçlarının keyfini çıkartabiliyordu artık. Beline geçirdiği havludan kurtulduktan sonra –hayır, tabii ki çıplak gezinmedi evde ki bilirsin evde 5 yaşındaki kişilerde yaşıyor, yani, uyuyor- dolabın içinde kendisine en yakın duran pantolonu aldı eline. En azından pantolon sanarak aldı eline ve eşofmanı iki dengesiz hareketle giydi. Islak saçlarından hiç mi hiç yakınmayarak beyaz, üzerinde ‘köprüler falan’ yazan bir tişörtü de üzerine geçirip namı değer namı değer ‘oyun odası’na çıktı ve konsollardan birisini aldıktan sonra kanepeye geçti. Sonra Assasin’s Creed. Sonra Medal of Honor ki tek ‘tehlikeli’ oyunları ve tek oyunları bunlardı. Bir de bir yerlerde Toy Story’nin bol hoplamalı, bol Buzz’lı oyunu olacaktı ama o kendisine ait değildi, her neyse.

Cümleleri takip edemediği şarkılardansa, yavaş ancak cümlelerine anlam veremediklerini dinlemeyi seviyor ve İngilizce şarkıları bilmeden dinlemeyi istiyordu bazen. Mesela, şu an. Rahatlamasına neden oluyordu bu, Fransızca şarkılar gibi dili ne kadar unuttuğunu hatırlatmıyordu kendisine ve Danca anılarını anlatan kadınınki gibi kulak tırmalamıyordu. İngilizce ancak sarhoşken dinlediği şarkılar, bir de hiç sarhoş olmazdı. Her neyse.

Son günlerde iyice pembe düşünmeye başlamış, yaz bitmeden önce araba alabileceğini ve belki- Hayaller kurmaktansa hayali arkadaşlar dilediği günlere dönse ne güzel olur, kendi kendine konuştuğunda en azından kendisi tarafından garipsenmezdi. Gerçi şimdi bir hayali arkadaş yerine Prudence vardı ancak o istediği saatte uyanıyor ve çok uyuyordu, bu da büyük bir gelişme değildi hani. “Bazı sabahlar canı sıkılır.” sabahıydı bu sabahta ve aşağı inip etrafı toparlamayı, temizlik yapmayı dahi düşünmüştü. Ama hayır, plana uyum sağlayacaktı: Az dağıt ve yalnızca Salı geceleri temizle. Zaten geceleri evden çıkamıyordu pek, çıkmazdı zaten. Sabahları “Gitmeliyim.” diye ayrıldığı evler ve “Çok güzel bir sevişmeydi, bence gene görüşelim.” dediği herhangi birisi olmamıştı haftalardır. Haftalardır çünkü sigara dumanıyla gezinen kız vardı ve onun sigara dumanı ki tam olarak- Ayak bileğindeki dövmesi geldi aklına ve o sırada iki oklu tarafından kurban edildi, öldürüldüğü yetmezmiş gibi bir de karakterinin tek katlı evin çatısından düşmesi- “Kapı?” Hayır. Her neyse.

Ne kadar uzun geceler geçirirse geçirsin sonunda yalnız dönüyordu evine ve bundan Joey kadar memnun kalmalıydı herhalde, adlarını hatırlamasa bir de. Keşke erkek olmasaydım dediği sabahlar öyle çoktu ki, şimdi ki hariç. Erkek olmasaydı saçları uzun olur, şu anki gibi kanepede serinleyerek uzanamazdı. Kafasını düşündüğünde DIPDIŞK, kaşınma modu artık manuel! Ve elleri ensesindeki o sinir bozucu rahatsızlığı buldu, oyunu durdurmak zorunda kalmadığına şükretti çoktan öldürüldüğü için ve kaşıntı alnına geçtiğinde menüde aşağı inmeye çalışıyordu sol eliyle. Oyun oynadığı günlerde rüyalarında oyunu devam eder, geçemediği bölümü bitirir ya da gün boyunca That ‘70s Show izlemişse geceleri kendini Forman’ın yerinde, Laura’nın karşısında bulurdu. Aklında oyunun jargonuyla cümleler dönecek, çirkin İtalyan aksanı denemeleriyle aklını meşgul edecekti. Bir de Bang Bang’ı gün boyunca söyleyememeler, nam nam nam na na n ana dam da da da da da dam da bang bang. Sözleri internette aramayı dahi denemişti. Her neyse.

“Bu kadar bencil ve bu kadar düşüncesiz bir kadın mıyım?” diye sorsa onaylayacak insanlar tanıyordu kendisini ve bu yüzden gün boyunca insanlarla yaptığı diyalogları düzeltiyor aklından, anılarından hangilerinin gerçek olduğunu bulmaya çalışıyor ve birkaç görüntüyü hatırlamamaya çalışarak geziniyordu etrafta. Tek yaptığı şey uyanmak, uyandırmak, karınlarını doyurmak, biraz eğlence ve uyutmaktı. Bu kadar, okulu kendisi de onun kadar özlemiş ve gündüzleri yaptığı turlara devam etmek istiyordu. Çocukları olmayan arkadaşları ve arkadaşları olmadığı için şükretse de, tabii ki birkaç tane vardı, yalnızlığa ne kadar tahammül edebileceğini bilemiyordu. Hele de evden çıkmıyorken en sıkıcı günler peş peşe geliyor, dışarıdaki sıcak kendisini yoruyordu. Koşsa? Ama olmaz, ya o evde yokken uyanırsa? Köpek varken dışarı çıktığında, ya da motoruyla süt almaya giderken birkaç dakikalığına yalnız kalabiliyordu ama o kadar. Ev zaten büyüktü, kendi olsa korkardı mesela. Korkuyordu mesela bazen geceleri. Geceleri dışarı çıkmamasının nedeni buydu herhalde, ailesiyle dışarı çıktığı son gecenin mahvedilmesi gibi camdan bir hırsızın süzülmesi. Herhangi bir katın tam olarak dolu bir yeri olmadığı için, Prudence’ın odasındaki kitaplar hariç, pek de telaşlanmasa da küçük kızın odası pek de yakın değildi kendisininkine. “Kapı?” Evet. Her neyse.

Hayır, hayır. Ses çıkarmamaya çalışsa da gürültüyle indi merdivenlerden, adımları ne kadar geniş olsa o kadar sert basıyordu yere ve küçük adımlar atmaya da pek alışık değilmiş gibi görünüyordu. Kapının deliğinden bakmayı geçirse de aklından eğilmeye üşendi ve sürgüyü açtıktan sonra kolu çevirdi. Adını söylerken zorlandığı kız, keşke hiç adının yazılışını görmeseydi.

Elindeki naylon torbalar ve kendisinin aksine uykusuz olsa dahi bunu göstermeyen suretiyle karşısındaydı Llesenia. Ne yapacağını bilemedi, insanları evine kabul ederken sarılmalı ya da elindekileri mi almalıydı? Bilemedi, yalnızca kapıyı açıp gülümsedi ve bir tane “Günaydın.” Memnundu gelmiş olmasından, çantası hariç taşıdığı her şeyi aldı gülümsemesi bir kez olsun silinmeden. Konuşabileceği nadir kişilerden, nadide ve niceleri, olduğu için mesela.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Llesenia Carreño Martinéz
Cambridge I. Sınıf | Politik Bilimler
Cambridge I. Sınıf | Politik Bilimler
Llesenia Carreño Martinéz


Mesaj Sayısı : 156
Nerden : Kolombiya.

başlıkbulmayıhiçbeceremem Empty
MesajKonu: Geri: başlıkbulmayıhiçbeceremem   başlıkbulmayıhiçbeceremem Icon_minitimeSalı Şub. 07, 2012 4:07 pm

Bir gülümseme ve poşetler elinden alındı. Tek başına ufak bir günaydın demiş olsa da halinden memnun gözüküyordu ev sahibi. Sırtındaki çantayı yere bıraktı. Kız öne doğru bir adim attı, Jude'a yaklaştı. Aslında onu ürkütmek istemiyordu, yine de sarıldı. Tek koluyla, bedenini uzak tutarak. İstediği için sarılmış olsa da, rahatsız olmuştur falan, sonra nezaketen sarıldım diyebileceği bir kucaklama. Sarılmayı sevdiğini söyleyemezdi. İnsanlara sarılmamayı, onların fa kendisine sarılmamalarını tercih ederdi. Birbirine yapışan bedenler. Hiç anlamlı gözükmemişti. Ne oluyordu da öyle kollarını karşındakinin boynuna, bedenine dolamanın, bağırsakları ağzından çıkartmak ister gibi sıkmanın nasıl bir duygusal anlamı olabilirdi? Olsa olsa mutluluktan yapılıyordu. Sevgiyi anlatmak için, sevginin tadını yasamak için sarılmak, öpüşmek, sevişmek gerekmemeliydi. Falan filan. Kimse düşüncelerine hak vermemişti. Ama bazen kendini bir sevgilinin kollarında hayal ederken yakalardı. Sevgilinin bir yüzü yoktu sadece iyi biriydi. İstediği de buydu. Ah, hayır istemiyordu. İstemiyordu. Asla istemiyordu bir sevgili. Sarılmıştı çünkü defalarca tekrarladığımız gibi oldukça mutluydu turuncu. Önünde Jude değil de başkası olsa yine sarılırdı fakat tek koluyla uzaktan. Sokağın basındaki gazete bayiindeki yaşlı adam oldukça sarılmalık gelmişti, ya da metroya binerken yanından geçip giden esmer kız. Ona da sarılabilirdi. Mutluydu çünkü. Ama saçma olurdu. Kimse durduk yere kendine sarılan yabancıları sevmezdi herhalde. O yüzden piyango evine kendini davet ettirdiği adama çıkmıştı. Yani ona sarılmasının özel bir anlamı yoktu. Evet yahu, yok.
Kolunu onun omzundan çekince gözleri salonlardan biriyle buluştu. Evin kaç tane salonu olduğunu bilmediği için öyle düşünmüştü. Beklediğinin aksine derli toplu, geniş, güzel -gerçekten- bir ev. Ciddi ciddi içinde yaşanabilecek bir evin kapısında dikiliyordu. Onun ilgisini çeken düzen, büyüklük ya da harcanmış para değildi, normal bir zengin evinden başka bir şey değildi ama zamanının çoğunu barlarda; kaldırımları aşındırarak geçiren bir adamdan beklemiyordu. Sonra hatırladı, evde minik bir kedi yasıyordu. Belli ki ortak tek aktiviteleri, şimdiye kadar, shot atarken sohbet etmek olan birinden beklenmeyecek derecede sorumluluk sahibi biriydi, iyi bir baba. Adamı daha da sevdi birden.
Cartegena'da içinde yaşadığı evi hatırlatan bir şeyler görmüş olmalıydı ki zihninde krem renk badanalı, dış cephesi yer yer tas kaplı evi canlandı. Bundan kat be kat büyük, girdiğiniz anda attığınız her adımın binlerce peso ettiği bir ev duşunun. İçinde kocaman bir adam, bir sürü hizmetçi ve minicik bir kızın yaşadığı; kapısından çıktığınız anda görülmediklerini sanan sivil giyimli polislerle burun buruna geldiğiniz ve evden her çıkanı gittiği yere kadar izleyen siyah bir arabanın, önünde beklediği bir ev. Yuva olmayı başaramamış, evlâtlığına becerebildiğince tüm sevgisini sunmuş ama kocamanlığını bir an bile bırakamadığı için üvey kızı tarafından pek sevilmeyen bir adamın evi. Belki kız seviyordu adamı. Kimse bilmiyor bunu.
Jude biraz şaşırmış görünüyordu. Llesenia saclarını sevimli bir şekilde sallayıp mutfağı göstermesini istedi. Sonra kahvaltı anlayışının biraz meyve yemekten ibaret olduğunu o yüzden ne alacağını bilmediğini neşeyle anlattı. Aslında Lleseina’nın damak tadı buradaki insanların neredeyse tamamından çok daha farklıydı. İguana yumurtası çorbası ya da kaplumbağa kabuğunun kâse olarak kullanıldığı kaplumbağa etli çorbalara bayılırdı. Bunu söylediğinde insanların çeşitli iğrenme sesleri çıkartacağını bildiğinden kimseye bahsetmiyordu.
Kimseye kendisiyle ilgili bir şey anlatmadığını fark etti. Gece dışarı çıkarken onunla gelecek insanlar çoktu, sadece bir mesaj atması yeterliydi. Sanki onun çağırmasını bekliyor gibi, Llesenia’dan önce gidiyorlardı buluşma yerlerine. Ama hayır hayır. İstediği bu değil. Kimsenin isteği bu değildir. Arkadaşı yok kızıl kafanın. Kolombiya’dan İngiltere’ye geldiğinde de ardından bıraktığı kimseye özlememişti; şimdi aynını İngiltere’den ayrılıp Kolombiya’ya döndüğünde yaşayacaktı ve bunu istemiyordu. Hiç arkadaşı olmamıştı onun. Özlem duygusuyla ilgili en ufak şey bilmiyordu. Oradan oraya, ülkesindeyken de sürekli şehir değiştirirken yanında götürdükleri yalnızca kötü anılar olurdu. Küçük bir kızken bile parkta beraber kaydıraktan kayabileceği bir arkadaş bulamıyordu, şimdi dertlerini anlatacak birini mi bulacaktı? Hiç şansım yok diye düşünüyordu. Aslında Jude… Ah neyse, boşver. Onun sorunları vardı, Llesenia’nın hezeyan denebilecek kadar saplantılı düşünceleriyle uğraşması hiç de adil gelmiyordu kulağa
Memleketinde hava o kadar sıcak olurdu ki klimalara rağmen ev kavrulurdu. Mutfakta pişen yumurtanın kokusu çıksın diye bir cam açılmaya görsün iğrenç nem içeri dolar, insanda ne arepa yeme isteği, ne de kahve içme isteği bırakırdı. O yüzden buzdolabında duran birkaç mango, ananas ve muzlarla halledilirdi sabah kahvaltısı. Dört yıla yakın zamandır arepa yememişti, eğer dairesinin kendine ait bir mutfağı olsaydı yapardı ama kaldığı apartman bir otel gibiydi. Yemek yemek için ortak restorana gitmesi gerekiyordu. Bu da istediği şeyleri yiyememesi anlamına geliyordu. Dışarıda bir şeyler yemeye kalksa ne değişecekti? Güney Amerika yemekleri yapan bir yer var mıydı sanki. Bu kadar heyecanlı olması, zıp zıp zıplaması genç adamı nasıl korkutmuyordu hayret etti. Birazdan onu sırtından ittirip biralarıyla beraber kapının önüne koyacağına emindi. Sonra kapıyı tekrar açar, sırt çantasını da atar hızla merdivenleri çıkıp uyumaya devam ederdi. Adamın yüzüne bakmak yerine nedense bakışlarını yere indirip gülümsüyordu. Bu haliyle deli gibi göründüğüne emin olmuştu artık.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

başlıkbulmayıhiçbeceremem Empty
MesajKonu: Geri: başlıkbulmayıhiçbeceremem   başlıkbulmayıhiçbeceremem Icon_minitimeSalı Şub. 07, 2012 7:37 pm

Resmi bir binanın koridorlarında yürürken adımları ardından çıkan sesleri önlemek için sert ancak oldukça ağır hareketlerle ilerlemesi gerekirdi, ancak bu şekilde kaldırımlarda yürüse ve örneğin Soho’ya gitse arka sokaklardan birinde kavga çıkarma ihtimali neredeyse yüzde seksendi ki olmamış şey de değildi. İçlerinde ne olduğunu bilmediği torbaları bıraktıktan sonra hemen arkasına döndü ve karşılaştığı şey kısa ancak hoşnut kaldığı, abartılı olmayan bir sarılma oldu. Sevdiği insanları deli gibi kucaklayan insanları anlamamıştı mesela, yataktaki dokunuşlar neyse ancak onlar bir şekilde güveni simgeliyordu ve bu da en çok şüphe ettiği duyguydu. Geri çekildiğinde gülümsemeye devam etti. Telefonu neredeydi? Aramış ya da mesaj atmış olsa dahi görmüş olup olmaması önemli değildi, gelmişti ne de olsa ve memnuniyetini silinmeyecek olan gülümsemeyle devam ettirdi. Her zaman değil tabii, bir palyaço gibi değil hani. Dişlerini göstermesi ya da dudaklarındaki büyük gerilişlerle değil de daha içten sanki, suratı asık değildi en azından birisi hariç herkesin yanında olduğu gibi.

Mutfak. Eliyle ileriyi gösterdi, birkaç basamak ve holden geçerken kitaplığın üzerindeki telefonu aldı, mesaj! Kilidi açtıktan sonra yalnızca birkaç saniyesi vardı ve gelen tek mesajın şimdiki misafirine ait olduğunu gördüğünde içi rahatladı. Yoksa daha önce verdiği bir sözü hatırlamıyor olması pek de memnun etmezdi kendisini, sevindi gene. Güneş henüz batmamışken yalnız kalmayı sevmezdi, yani, en azından kalabalık içinde bir yer bulsa yeterdi. Konuşabileceği bir kişi tabii ki daha iyiydi.

Okula gitmediği için şükretmesinin nedenlerinden birisi de orada sıkıntıdan saatler boyunca ayaklarıyla ritim tutacağı gerçeği ve sonunda- Ayaklarının ön tarafını yere vurarak ritim tutanları anlamamıştı şimdiye dek, vücudundaki en gereksiz yerdeki kası çalıştırmayı neden bu kadar seviyorlardı ki? Topuklarınızla yapın bunu, mesela. Ritim tutmayın, mesela. Parmaklarını birbirleri arasına geçirmektense birini diğerine sarmış ve işaret ile orta parmağıyla elinin dışına dinleyince kendisine anlamsız gelecek, neden saniyelerini buna ayırdığını düşündürtecek bir ritimle vuruyordu. Önünden geçen bedenle karşılaştığında çantasını bırakmış olacaktı ki –güya ev sahibi olacaktı ancak ne yaptığına bakmamıştı bile o anlarda- çantası yoktu sırtında(!) ve odaya geçtiğinde ne yapmaları gerektiği hakkında tek bir fikri yoktu. Tek bir fikri bile, ama belki, masanın üzerindeki tahta trenlerle oynasalar? Fikir iptal, iptal fikir! Çay mı hazırlasa? Sabah ya.

Onu izlerken neredeyse aynı boyda oldukları gerçeğiyle yüzleşti, hatta kendisi biraz daha kısaydı sanki. Lanet olası hobbit genleri! Gerçi buna kendisini onların gerçek olmadığına inandırmıştı uzun zaman önce, Tolkien’in herhangi bir kitabını okumaya çalışmadan çok ama çok önce. Gerçi herhangi bir yaratığın olduğu bir kitap kâbuslarına girer, olağan bir Tolkien kitabından sonra Gollum tadında varlıklar tarafından öldürüldüğünü görürdü. Sayıların üzerine yürümesi, matematiksel hesaplar yaptığı kabusları ya da sınav öncesi geceleri olmamıştı ve kendisini mutlu eden bir şeydi bu. Matematiksiz bir hayat, tek yaptığı şey hayatının sonuna dek belli bir miktar harcayarak ölmekti. Bu kadar, fazlası yok ve fazlasına gerek yoktu. Geleceğinin olmayışıydı önünde bir tehdit kalmamış olması, intihar etmeyi düşünmüş olsa nedeni de bir sonraki gününde herhangi bir amacı olmayışı olurdu ancak artık vardı bir planı, bir nedeni ve üst katta uyuyan kız.

Evdeki tek meyvenin portakal olmasını dilerdi ancak portakal reçeli vardı, belki? Hayır, hayır. Kahvaltıları pancake ya da yaptığı omletler, bazı uykulu sabahlarda mısır gevreği ya da yulaf ve hatta nadiren patates. Patatesler hakkında tek bildiği şey McDonald’s’ınkiler olduğu için onu büyükbabası geldiğinde yapmıştı, yemek yapma konusunda fena olmasa dahi kahvaltıyı gereksiz bir öğün olarak görmüştü şu yaşına dek. Uyuyabilecek olsa öğle saatlerinde uyanır ve hava karardıktan hemen sonra uyurdu ve bu sayede yalnız bir öğün yediği yemeklerle daha az uğraşırdı, ama uyuyamıyordu ki. Gözaltlarında herhangi bir şey olmadığı için- Gözaltlarındaki morluklar ya da şişlikler aylar önce bir partide karşılaştığı, yarı çıplak gezinmesine laf ettiği kadının yanındaki sevgilisi olduğunu iddia eden ve henüz 20 yaşında dahi olmayan çocuğun attığı yumrukla oluşmuştu. Pis herif kolunu ısırmıştı bir de, ama her neyse. Konumuz anlatılan şeyler değil, konu hep anlamadığı şeyler olur.

“Şeftali, çilek ve üzüm var. Sanırım, yani, kimse yemediyse. Çay ya da kahve yapabilirim, ne istersen.” ki kendisinin kahve içmesi için sütün içine biraz olsun kahve eklemesi gerekiyordu, acıyı ve herhangi bir şekilde kendi canını yakmayı sevmiyordu.

Llesenia’nın yerinde duramıyor olduğunu bir tek kendisi mi fark etmişti bu odadaki? Yani, kendisi farkında mıydı bunun? Aptal. Tabii ki farkındaydı kız ve bu saçma düşüncelerine ister istemez kıkırdadı Jude. Bu sabah saati için oldukça hareketliydi ve karşısında ne yapması gerektiğini bilmiyordu, içindeki en derin düşünceleri ortaya dökmesinin sırası olmadığı gibi aynı zamanda da içinde, bir yerlerde sakladığı o çocuksu ruhu göstermesi gerekir miydi? Aynı Prudence ile parka gittiğindeki koşuşturmaları gibi. Hayır, salıncakların yanında değil. Çimlerin üzeri, toprak sanki özgürlüğü sağlıyordu kendisine. Aynı yağmurdan nefret etmesinin nedeninin kendisine toprağın gururunun lekelendiğini düşündürtmesi gibi ki yakınlarda Aang olsa, ondan kendisine toprak bükmesini öğretmesini isterdi. HAYIR! Gene çok fazla çizgi film izlemişti. Ama dur, içindeki Spider Man’i bastırmanın vakti geldi.

Ne yapacağını, nerede durması gerektiğini bilmediği için olduğu yerde, hemen kapının önünde ayakta dikilmeye devam etti. Ayağı hissizleşene, üzerinde karıncalar geziniyormuş gibi düşünceler aklında belirinceye kadar kalacaktı orada gerekirse. Sohbet konusu açmalı mıydı? Şehirden ulaşımı neredeyse saatler süren -belki bir saat, pek de emin değildi- okulunun nasıl olduğunu mu sorsaydı? Ya da bölümü, ileride ne yapmak isteyeceği gibi yeterince ‘her zaman sorulan’ şeyler nasıl olurdu? “Tamam, sorulmamalı ama okulun nasıl?”daki ironiyi görmezden gelip sormalı mıydı? Yapmadı, sustu öylece. Susmaktan başka yaptığı bir şey de yoktu zaten.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Llesenia Carreño Martinéz
Cambridge I. Sınıf | Politik Bilimler
Cambridge I. Sınıf | Politik Bilimler
Llesenia Carreño Martinéz


Mesaj Sayısı : 156
Nerden : Kolombiya.

başlıkbulmayıhiçbeceremem Empty
MesajKonu: Geri: başlıkbulmayıhiçbeceremem   başlıkbulmayıhiçbeceremem Icon_minitimeSalı Şub. 07, 2012 9:12 pm

Uzun süren bir sessizlik. Koridorda yürürken atılan adımların sesleri. Ayaklarını yere sürten Jude ve hoplayan Llesenia. Dışarıdan gelen araba homurtuları, buzdolabının sinir bozucu vızıltısı ve… Daha fazlasını duyamıyordu. Kız gevezelik ederken genç adam susmuş, kız gülümserken genç adam somurtmuş. Herhangi bir tepki görmesi şu an için bir kualaya maraton koşturmaktan daha zor görünüyordu. Bir kualayı aç bırakır, leziz bir yaprağı koklatır sonra yavaşça ondan uzaklaştırırdı o da koşardı. Belki koşmazdı ama parkurun sonuna kadar giderdi. Mavi gözlü adamı konuşturmak için elinde leziz bir yaprak yoktu. Kruvasanları vardı ama… Yok, yok onlar işe yaramaz. Ne yani bir kelime, sonra bir ısırık. Kelimeyi beğenmedim, bir daha. Kızın buraya gelmek istemesinin asıl nedeni genç adamı ilginç bulmasından ziyade onu tanıyabilmek, bir şeyler paylaşabilmekti. İlginç buluyordu tabii ama buraya gelirken düşündüğü şey o değildi. Biraz ondan da vardı. Ama kendisine sorsanız sadece aptaldı. Yapma ama kimsenin tek özelliği baba ve aptal olmak olamaz. Bu fikri ince bir çubuğun ucuna yerleştirip, Jude’un kulağından içeri sokarak beynine saplamayı sonra da çubuğu çıkartıp hiçbir şey olmamış gibi havaya bakıp ıslık çalmak istiyordu. Hmm… Belki konuşarak da yapabilirdi. Dinlemezdi belki. Belki dinler ama saçma bulurdu. Belki kızı saçma bulurdu, susardı. Belki susmak istediği için susardı. Belki gerçekten aptaldı… Son seçenek hiç olmadı. Evet, haklısınız hiç hem de. Düşüncelerin ‘sil’ tuşu olsaydı, tüm harfleri silene kadar arka arkaya basardı.
“Şeftal, çilek ve üzüm var. Sanırım, yani, kimse yemediyse. Çay ya da kahve yapabilirim, ne istersen.”
Llesenia poşetleri tezgâhın üzerine çıkarıp, kâğıt paketleri tek tek çıkardı. Eliyle işaret ederek, “Biraz şunlardan aldım, bir tane şu bay lezzetliden var ve bu da yavru kedi için… Şey yani kızın için. Ben küçükken çok severdim.” Omuzlarını yukarı kaldırıp özür dilediğini belirten bir hareket yaptı. Sevgili kafamın içindeki düşünceler, lütfen yerinizde kalın. Jude’un döküldüğünü görmemek için kör hatta salak olmak lazımdı. Omzundan ittirip onu sandalye taklidi yapan bir koltuğa oturttu. Muhtemelen satın alınırken o bir sandalyeydi ama öyle sandalye olmaz. Sandalye dediğin rahatsız olur, kıçının üstündeki onuncu dakikada kıpırdanmaya başlarsın. İçinden, sandalyeye gömülüp uyumak gelmez. Kahvesini nasıl içtiği sordu. Sonra deneme yanılmayla tabakların durduğu rafı buldu. Beş altı dolap kapağı açmıştı. Bazılarını birkaç kere. Hepsi birbirine benziyordu işte. Buzdolabından meyveleri çıkarttı. Suyun altında onları okşayarak yıkadı. Islak şeftali ne sevimli şeydir öyle. Minik tüyleri olan yumuşak elma gibi. Tüyleri kedilerin kulağını kaplayan tüy gibi, ama biraz daha seyrek olur. Kediler kediler. Arada koltuktaki adama bakıyor, biraz önce, henüz koltuğa oturmamışken, kendisini küçük dans adımlarıyla yürürken kıkırdamıştı. Bu iyiye işaretti. En azından Llesenia öyle görmek istiyordu. Bay lezzetliyi dilimleyip bir tabakla masaya bırakıp, diğerlerini bir tabağa boşalttı. Kahve makinelerinden hoşlanmıyordu. Makineye dokunmadı bile. Süt ısıttı. Süt Jude içindi, kız olabildiğince sert severdi kahvesini. Birkaç kaşık süt, bir kâse kahve.
“Gelmek istedim çünkü. Iııı. Arkadaş olabiliriz diye düşündüm. Lütfen şaklabanlık yapmayalım. Yani kendimiz olalım. İstediğim bu. Şu an ne yapmak istiyorsan yap.” Tahta treni işaret etti: “Mesela ben bunları çok severim.” Kimsenin hayır diyemeyeceği bir teklif sunmuştu ona göre. Kendin gibi davranmak, basit ama zor yine de sıradan bir şeydi. Olması gereken bir şeyi rica ediyor oluşu komik değil miydi? Yoksa sadece Llesenia mı böyle şeylerle eğlenirdi. Okul kurallarının arasında okulda cinsel ilişkiye girmek yasaktır yazması gibi. Zaten her taraf kamera dolu. İster istemez, olması gereken buyken neden yazılır ki. İlle de yazacaksan kamera koymazsın olur biter. Bununla eğlenebiliyordu, öyle çok bunalmıştı işte hayattan. Onu eğlendirmek için bir bölüm Bugs Bunny izlettirmeniz yeterli olur. Üç ya da dört yaşındaki bir çocuk gibi, ağzını kocaman açıp çılgın kahkahalar atarak poposunun üstüne düşebilirdi. Sonra da bacaklarını havaya kaldırıp deli gibi sallardı. Bu yüzden salıncakları, ayağının yere basmadığı koltukları falan severdi. Bacaklarını sallayabilir, bu şekilde özgür hissedebilirdi kendisini. Özgürdü aslında Llesenia. Karışanı, eve gel diyeni, onu bir yere bağlayanı yoktu. Sıkıntı göğüs kafesinde duran, kanarya kafesindeki papağandaydı. İşte daha basit bir dille ruhu sıkılıyordu. On üç yaşına geri dönüp günlük yazmaya başlamış gibi hissetti kendini. Ruhu sıkılmak.
Masaya oturup gelmesi için kafasını salladı, kahve işini ona bırakmıştı çünkü kendisi sabah kahvesini başkalarının yapmasından nefret ederdi. Güzel şeftalilerden birin alıp dişledi. Başka bir yerde olsa, bıçakla ortadan ikiye ayırır, çekirdeğini iki parmağıyla bebek doğurtur gibi nazikçe tabağa koyar, küçük dilimlere ayırır, çatalının ucuna takıp, kibarca ağzına götürerek çiğnerdi. Ama az önce kendisi demişti kendimiz olalım diye, gerçek Llesenia elle yenebilecek her şeyi elle yerdi. Özgürlüktü bu. Yemek yemek için bile bir araca bağımlı olmak zorunda kalmak onun gerçekten canını sıkardı çünkü. Evet, böyle şeylere de canını sıkardı işte. Saçma biri olduğundan bahsetmiş miydik? Anlaşılmıştır aslında. Bir de şu var ki kime göre saçma, neye göre saçma. İkinci ısırığını kocaman alıp, midesine indirdikten sonra: “Cambridge. Politik bilimler okuyacağım. Gelecekle ilgili planlarım arasında bana değer veren birini bulmak var. Kariyer değil. İlk duyan sensin.” Yavaşça gülümseyip bir minik ısırık daha aldı. Ya sen diye sormak istedi, ne istiyorsun. Kendisiyle ilgili bir şeyler anlatmasını öyle çok istiyordu ki. Jude’un istememe ihtimalini aklına getirmemekten oldukça memnun, arkadaş olmak hayallerine kapılmıştı. Karşılığını alsa ne de çok mutlu olacaktı. Evden kovulmadığı sürece bugün mutsuz olamazdı ama mutsuz değil diye mutlu olması gerekmezdi. Ya da neşeli değil diye illa üzgün de olması lazım gelmiyordu. Gülümsedi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

başlıkbulmayıhiçbeceremem Empty
MesajKonu: Geri: başlıkbulmayıhiçbeceremem   başlıkbulmayıhiçbeceremem Icon_minitimeÇarş. Şub. 08, 2012 4:18 pm

Aklından çıkmayan yüksek sesler kendisini daha kolay tatmin eder, mesela müzik dinlerken gürültü yapmayı her şeyden daha çok severdi. Müzik dinlemekle kalmasa keşke, uzun zaman olmuştu gitarına dokunmayalı ve eli iyileştikten beri çekiniyordu. Bir şeyler çalmayı, çalarkenki kendinden geçmeleri özlemiş olduğunu söyleyemezdi gerçi. Eğer istese, uyandığında playstation’ın karşısına geçmek yerine üst kata çıkar ve gitarıyla oyalanırdı. Ama yapmadı, buna ayrı bir anlam katmalı mıydı bilmiyordu ama –ne olabilirdi ki altında? bilinçaltına yerleşmiş ‘artık gitar çalma’ virüsü mü? daha neler- bu canını sıkmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. “Biraz şunlardan aldım, bir tane şu bay lezzetliden var ve bu da yavru kedi için… Şey, yani kızın için. Ben küçükken çok severdim.” Yavru kedi mi? Bu güldürdü işte Jude’u, tebessümünün bir daha silinmemesini umarak kıkırdadı olduğu yerde. Birkaç adımla yaklaştı yanına ve onun dokunuşundan sonra kendisini koltukta buldu. Evdeki her mobilya gibi eve nasıl bilmediği bu koltuk, kendisinden daha yaşlı olmamasını dilerken ne kadar büyük bir kuvvete dayanabileceğini de görmüş oldu. Sonrasında oturdu ve oturdu.

Boş bakışlarıyla genç kızın, kendisinden küçüktü ya ne de olsa, neler yaptığını izledi ve kendisinin aksine acemi olmayan hareketlerini. Her ne kadar bu eve geldiğinden beri ve bu birkaç yılı çoktan geçmiş olmasına rağmen kendi yemeğini kendi hazırlasa da, mutfağa girdiğinde eli ayağına dolaşıyor ve yemekte illa ki bir pürüz çıkıyordu. Makarnaya tuz koymayı unutur, tatlının şekerini çok kaçırır ya da jöleyi üzerine yaymaya çalışırken kremayla karıştırırdı. Hep beceriksiz. Ama gene de doymadıkları herhangi bir gün olmamıştı şimdiye dek- Ama, dur, hayır. Bir gece az kalsın kendisini yakıyordu tavadaki numaralarını göstermeye çalışırken, ironilerden birisi burada ki yalnızca kendisi vardı evde, ve günün sonunu sosisli sandviçlerle getirebilmişlerdi. Kahvesi mi? Ardına yaslanan bedeni bir anda doğruldu, “Sütlü. Bol sütlü. Çok ama çok sütlü.” Rezil insan, insan biraz yetişkinlerin sevmesi gereken şeyleri sever. Süt de nesi? Gerçi süt kadar içtiği bir sıvı yoktu, bir de bira ki o yaz tatili içeceği değildi. Ama bira tatlıydı sanki? Kahve gibi sıcak değildi en azından, yüzünü kızartıp kulaklarından dumanlar çıkmasına neden olmuyordu? Road Runner tadında bir çizgi filmde de olmadıklarına göre, gerek yoktu kahveye. Ne yapacaksın ki kahveyi? Tadını severdi gerçi, ama sütlü. Süt varken. Süt yoksa olmaz. Dolapların kapakları arasında kaybolduğunu ve bulduğu tabaklarla geri döndü mutfağa dolapların içinden. Şeftalileri buldu ve yıkadı, Jude ise o sırada oturduğu yerde kayarak hemen orada uyuklamayı geçirdi içinden. Keşke uyuyabilseydi, gelseydi uykusu. Gözlerini ovuşturdu, odaklarına Llesenia’yı getirdi sesini duyduktan sonra da.

“Gelmek istedim çünkü. Iııı. Arkadaş olabiliriz diye düşündüm. Lütfen şaklabanlık yapmayalım. Yani kendimiz olalım. İstediğim bu. Şu an ne yapmak istiyorsan yap.” Şimdiye dek birçok kez Jude’un ciddiyetten öleceğini, bedeni gömülürken dahi gözleri açık birilerini gözetleyeceğini düşünenler olmuştu. Ama şimdi- O aptal hareketlerini, içinde sakladığı esprileri yapabilir miydi yani? Bu yanını ortaya çıkartmak zor olacaktı kendisi için, o kadar da kolay açılabilen bir tip değildi. Çok iyi dinlerdi ama, dinliyorsa değer veriyor demekti. “Tahta tren mi?” diye geçti aklından ve evet, katılıyordu onun dilinden dökülen şu son cümleye. Çok daha iyiydiler o kurmalı şeylerden ya da eline alıp uçurmaya çalışacağı herhangi bir oyuncak uçaktan. Çocukken pelüş oyuncakları olmadı hiç, uyurken herhangi bir şeye sarılmadı Prudence’ın uğurlu battaniyesi gibi. Birkaç Star Wars, birkaç Doctor Who figürü olmuştu tüm oyuncakları. Onlar da masasının üzerinde dururdu, kıyamazdı oynamaya. Bu kadar, oyuncaklarla olan ilişkisi böyleydi. Bir de şimdi evin içinde, neredeyse her köşede buldukları. Kendisini masaya çağırdığını görünce kalktı hemen oturduğu yerden ve birkaç adımla istediği yerde buldu kendisini. Tahtadan yapılmış raylarının evin en farklı köşelerinde olduğu bu trenlerin aksine, parmakları arasına aldı bir tanesini. Ne yapacağını bilemedi ve birkaç saniye içinde hemen geri koydu yerine, aynı çikolata yerkenki his gibi. Yalnızca birkaç saniyeydi o tatminkâr tadın damağına tutunabilmesi, sonra başka bir ısırık. Aynı kitaplar gibi, aynı seriler gibi. Sonrası gelsin, bitmesin o son sayfa.

Oturdu hemen mahcup olup olmaması gerektiğini bilmeden. Misafir ağırlamayı hiç becerememiş, şimdiye dek yalnızca birkaç kere arkadaş davet etmişti evine. Arkadaşlarını değil, onunla birlikte eve gelen kişi her zaman yalnızca tek ve genellikle sarhoş olurdu. Hayır! Yalnızca sarhoşken, ya da evde yalnız kalmasın diye. Güzel bir semtteydi evi ve nadiren kendini kaybederdi geceleri, ayrıca nefret ederdi kafiyeli cümlelerden. Şeftalisinden bir ısırık daha aldıktan sonra- “Cambridge. Politik bilimler okuyacağım.” dedi ve demek ki gidecekti üniversiteye. Kendisi hayıflanır mıydı eğitimini tamamlamadığına, hayır. Ama Cambridge, belki. Gerçi pek de güzel yaşamıştı şimdiye dek, keyfini kaçıran ve geleceğini değiştiren şeyler hariç. Kendini bildi bileli istediği gibi bir aile kurmuştu, her ne kadar düşündüğü kadar olmasa da içindeki birey sayısı huzurlu bir evi vardı. Evi vardı, sonra satmayı düşündüğü motoru. Bankada vardı para, hatta bu Prudence’ın okul masraflarını karşılar ve üniversiteye gitmesini sağlayabilirdi. Tabii eğer isterse. “Gelecekle ilgili planlarım arasında bana değer veren birini bulmak var. Kariyer değil. İlk duyan sensin.” Sanki yetermiş gibi. Ne söyleyebileceğini bilmedi, tavsiye mi vermesi gerekliydi bilmiyordu şimdi. Suskunluğunu korudu, bakışlarını kaçırdı. Kendisi olmasını istemişti Llesenia ve buna uymamıştı şimdiye dek Jude.

Konuşmayı severdi oysa, ne kadar düzgün kelimeler seçemese dahi severdi konuşmayı. Ama insanlar -içinden küfrettiği kısımlardan birisi mesela burası- her defasında canını yakmıştı ve güvenebileceği kişileri seçemiyordu artık. Sabahını kendisiyle geçirmek isteyen bu kıza gelince- Memnun kalmadığı herhangi bir yanı olmamıştı şimdiye dek, kendisine yaranmaya çalışmıyordu en azından. “Büyük ihtimalle binlerce kez duydun ama soracağım, hayır, aksanın yüzünden de değil. Biliyorum, ya da –yani- hatırlıyorum nereden geldiğini. Burada kalmanın nedeni de oldukça açık. Peki, alışabildin mi şehre? Örneğin bu kahvaltı bile, yabancı gelmiyor mu sana?” ve bunu aylarını pizza ile geçirmiş birisi soruyordu. "Ben şehre ilk geldiğimde tek yaptığım şey insanları izlemek olmuştu, hatta bazıları bundan rahatsız olup benden rahatsız olduklarını yumruklarıyla belirtti. Ve bir kadın, attığı tokadı ve tekmesini hatırlıyorum. Gerçi, ben, biraz aptaldım.” Otobüse binmek yerine duraklardaki banklara oturur, ağzı açık önünden geçenleri izlerdi. Ya da gece çalmaya çıktığı barda, sahneden indikten sonra daha da dikkat çekiyordu tabii ve birisinin üzerinden alamadığı bakışları başkalarının canlarını sıkıyordu. Gibi gibi.


En son Jude Lowell tarafından Çarş. Şub. 08, 2012 6:03 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Llesenia Carreño Martinéz
Cambridge I. Sınıf | Politik Bilimler
Cambridge I. Sınıf | Politik Bilimler
Llesenia Carreño Martinéz


Mesaj Sayısı : 156
Nerden : Kolombiya.

başlıkbulmayıhiçbeceremem Empty
MesajKonu: Geri: başlıkbulmayıhiçbeceremem   başlıkbulmayıhiçbeceremem Icon_minitimeÇarş. Şub. 08, 2012 5:09 pm

Genç adamın gevşediğini görmek hoşuna gitmişti. Şeftalisini kemirerek bitirmiş, sandalyede bağdaş kurmuş karşısındakinin de kendini kasmamasını sağlamaya çalışıyordu. Artık gülümsüyordu zaten. Bu iyiye işaretti. Sonra bir oyuncak tren almış eline, pişman olmuş gibi geri bırakmıştı. Garip. Jude susmuştu. Değer verecek biriyle ilgili cümleyi kurduğundan susmuş, bakışlarını yere doğrultmuş ve susmuştu. Yerde çok ilginç bir şey var gibi. Belki karoların arasında çok enteresan bir şey vardı da kız fark edememişti. Yani bakışlarını kaçırmasının sebebi yerdeki ilgi çekici şeydi, Llesenia’nın onu boğduğu falan yoktu. Ah, işte erken başlamıştı yine yardım dilenmeye. Tamam, anladık, yalnızsın ama bundan kime ne ki? Hem sorun sende. Bunu anla. Eğer üç senedir bir arkadaş edinemediysen sorun sende Llesenia. Ve sorun sendeyse insanları seninle arkadaş olmaya mecbur bırakmamalısın. Bırakamazsın. Bir arada duvardaki saate baktı. Sekizi biraz geçmişti yelkovan, saniye çubuğu dönüp duruyordu. Sessiz bir saniye çubuğu, tıklamadan, insanı rahatsız etmeden dönüyordu. Sessizce zaman akıp gidiyordu işte, tam da burada olan gibi.
Jude, şehre alışıp alışamadığını sordu. Her zaman karşılaştığı ürkek tavrıyla sordu yine. Sanki birazdan utanıp masanın altına saklanacakmış, kız onu bulunca da gözlerini kapatıp görünmez oldum diyecek gibi. Çok doğru bir nokta. Kahvaltının bile yabancı geldiği bir ülkede senelerdir yaşamak, bir de alışamamak. Hala yabancı gelmesi. Yalnız olmak. Kahvaltıda pastırma ya da şu tatsız fasulyeleri yemek hiç cazip gelmemişti ona. “Şehre alışmak isteseydim belki, alışırdım ama istemedim. Kahvaltısına bile tahammül edemediğim bir ülke. Ah, belki bir gün size hiç yemediğiniz yemekler yapabilirim.” Gülümsedi ve çatalını turtasına daldırdı. Sonra, şehre ilk geldiğinde tıpkı kendi yaptığı gibi insanları izlediğini, bu yüzden başına bela açtığını söyleyince kısa bir kahkaha attı: “Hey. Gelme sebebim belli mi? Oradan ıslahevine de girdiğim belli oluyorsa yandım. Ahah. Kendilerinden hoşlandığımı sanıp peşime takılanlar vardı. Anlayacağın insanları dikizleme konusundan eşit sayılabiliriz.” Gülümsemeye devam etti. Küçük bir kahkaha bile atmıştı. Çok yaşamıştı bunu. İlk başlarda hoşuna gidiyordu ama gittikçe… Çok gitti. Hatırlamak istemediği bir olaya gitti aklı. Geri getirmek için elinden geleni yaptı, çekeleştirdi, tehdit etti ama olmadı. Sadece yirmi dakika. Çöplerin arasında bir yirmi dakika. Üstünde tanımadığı bir adamla, çığlık atarken yirmi dakika. Lanet olsun, geri gel.
Gülümsemesi bir anda yok oldu yüzünden. Hani denizde yüzerken kum doldurursunuz ya avucunuza, sonra elinizi tekrar suya soktuğunuzda hepsi suya karışır bir anda. Parıldar, güneşe doğru bir şekilde dönerseniz. İşte öyle hızla silindi. Dudakları bir anda aşağı kıvrıldı. Gülümsemek için konuşmaya çalıştı, ağzından belli belirsiz sesler, hatta hırıltılar çıktı ama konuşmayı beceremedi. Yine aklı dağılmıştı. Bir kere dağılınca toplaması zor olurdu. Gözlerini Jude’dan kaçırıp turtasına dikti. Kırıntıları çatalıyla ittirmeye, parçalamaya çalıştıktan sonra durdu. Konuşmalı, konuşmalı ama ne konuşacak? Sorabilirdi mesela, onun şehre geliş hikayesini. Tam bilmiyordu. Sadece geldiğini söylemişti ilk konuştuklarında. Gözleri içinde yalnızca buz kalmış bardağındayken. “Ee, senin şehre geliş hikâyen ne?” Porselen bebek kadar hissiz yüzüne gülümseye yerleştirmeye çalışırken çok çirkin gözüktüğünü tahmin ediyordu. Ne fark ederdi. Burnu kızarmaya başladığında hissederdi. Şu an kıpkırmızıydı çünkü gözyaşlarının bırakmamak için bekliyordu. Saçlarını açıp omuzlarından aşağı serbest bıraktı. Yüzü gözükmesin, daha az gözüksün diye. Ne kadar saklayabilirdi ki. Burada ağlamak çok saçma olurdu, kendini Jude’a duygu sömürüsü yaparak sevdirmeye çalışıyor gibi gözükürdü. Hayır, hayır. Buna izin veremezdi.
Herkesin vardır hem, aklına geldiğinde burnunun direğini sızlatan nahoş anıları, anı bile olamayacak kadar taze yaşanmış olaylar. Tek fark kimileri daha iyi gizler, ağlamaz; gözleri ölü bir balığınki gibi olmaz düşündükçe, düşüyor gibi olmazlar. Llesenia gibiler ise, her yerde, her türlü ortamda doğdukları günden beri içinde taşıdıkları canı ağlarken dışarı atacak kadar bile ağlayabilirler. Sakinleşmek için kalkıp bir bardak su aldı. Ki bu asla işe yaramazdı ama su içerken ağlarsa nefes borusuna kaçan su burnundan çıkardı falan... Su gırtlağından akıp giderken, neşesinin yerine geldiğini hissetti. Buraya mutlu olmak için gelmişti, ağlamayacak, sızlanmayacaktı. Sekerek arkasını dönüp sandalyesine oturdu.
Yaşamak için bir sebebinin olmasını çok isterdi. Tamam, çok kötü ya da berbat bir hayatı yoktu ama az sonra öleceğini düşündüğünde geride onu hayata bağlayacak tek bir sebep bulamıyordu. Ufak bir sebep, bir kedi belki. Bir kedisi olsa o aç kalırdı, onu ben yokken kim besler diye düşünürdü mesela. Hayatında biri olsa onun üzüleceğini düşünürdü, vazgeçerdi ölmekten. Vazgeçme sansı yoksa da yaşamak isterdi.


En son Llesenia Carreño Martinéz tarafından Cuma Şub. 10, 2012 2:59 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

başlıkbulmayıhiçbeceremem Empty
MesajKonu: Geri: başlıkbulmayıhiçbeceremem   başlıkbulmayıhiçbeceremem Icon_minitimeÇarş. Şub. 08, 2012 6:47 pm

Kimseler dinlemesin değil, tek bir ses dahi çıkarmıyordu zaten. Evden çıkmayalı haftalar olmuş ve yaptığı tek şey olan uyumalardan hala bıkmamıştı. Tüm günleri böyle geçti, uyudu ve uyudu. Bir sonraki hafta alışverişe gideceğini söylese bile marketin telefonunu biliyor olması yetmişti ona. Bir mevsimi öyle geçirdi, yatakta. Sonra dışarıda ve hep dışarıda. Kendisini dışarı çıkartan şey televizyon izlemeye karar vermesi olmuştu, artık buna katlanamayacağını düşünüp ceketini geçirmişti sırtına ve altındaki pijamayla kendisini atmıştı sokağa. Evin elektriklerini açtırmamış olduğuna şükretti, cebindeki anahtar ve bozukluklarla oynayarak caddeye çıktı. Ceketinin ceplerinden çıkartamıyordu ellerini, düğmelerinin arasından çıplak teniyle karşılaşan soğuk üşümesine neden oluyordu ve ‘güneş doğana dek durmayayım’ düşüncesi iptal oldu böylece. Bir taksiye atladı, evin sokaklar ötesine indi ve parası olmadığını söyleyip dayak yedi. Koşarak döndü eve, artık hiç mi hiç evden çıkmadığı ve penceresinden dışarı bakmaktan dahi korktuğu günler bitmişti. Boşa geçirdi vakitlerini, tabii yalnızca önündeki birkaç ayda. Hatırlamak istemediği ancak aklından hiç çıkmayan onlarca şey, geri sarmak istediği birçok anı vardı ve tek yaptığı şey onları tekrar tekrar yaşamak oluyordu. Keşke gidip hafızasını sildirebilse, ancak filmlerde yaşamıyoruz. Bir Frodo değil mesela Jude, adını da sevmiyor zaten. “Hey. Gelme sebebim belli mi? Oradan ıslahevine de girdiğim belli oluyorsa yandım. Ah ah! Kendilerinden hoşlandığımı sanıp peşime takılanlar vardı. Anlayacağın insanları dikizleme konusundan eşit sayılabiliriz.” Bakışları onunkileri buldu, mantıklı gelmişti söyledikleri. Biraz geriden geliyordu Jude, söylediklerini birkaç kez daha tekrar etmesi gerekiyordu aklında. Şehre gelince- Sanki ruhunuzu çalıyordu burası, ruh değil de- Hayır, böyle söyleyemezdi ki. Yalnızca kendisinin başından geçenler bu şehirde oldu diye- Bir gün bana yemek yapmandan oldukça memnun kalırım. Dikizleme konusuna gelince, bu cümleye başlamamalıydım bile, sanırım şimdiye dek yaptığım ve en çok utandığım şeylerden birisi oldu bu.” Oysa aklından daha güzel şeyler geçmişti, iltifatlarla birlikte onun düşüncelerinin akla uygun geldiğini söyleyebilirdi. Ama yapmadı, aptal.

Hiç başkalarını istemedi diyemezdiniz, hep yalnız kaldığını düşündü o ve bunu koruması gerektiğini. Ama içten içe bir yanı hiç mi hiç susmamak, artık birisine güvenebilmek istiyordu. Yeterdi bu kendisine. Haftada bir buluştuğu birisi mesela, bazı günlerde –hala gecelere razı olamıyordu, evi bırakamazdı öylece. belki bir bakıcı- hayır, o kadar da değil– birlikte bir yerlere gidecekleri ve tek yaptıkları şey birbirlerinin yanında bulunmak olacağı birisi. Bunu Prudence ile yapamazdı ne de olsa. “Peşine takılanlara gelince, en azından nedenleri varmış. Sen, sen güzelsin. Ben ise yalnızca ne yaptıklarını anlamaya çalışıyordum.” İnsanları izlemeye başladığı günkü kadar aptaldı.

Büründüğü karakterden miydi bilmiyordu ama, aklına hangi fikir gelirse ve gerçekleştirmek istemese bile bu bir şekilde yer alıyordu kişiliğinde. İstediği şeyleri içten içe gerçekleştireceğine inanmış ve birkaç tanesi elinden kaçıp gittiğinde yalnızca gerçekleşeceğine inanmakla kalmış, bir şeyler yapmadığı için kendisine kızarak sonlandırabilmişti her şeyi. İnatçı değil, her söyleneni yapardı oysa. Sevdiklerini incitmemek için yaşamıştı şu güne dek, ya da onları incitenlerden hesap sormak için. İntikam değil, yalnızca çektiği acıyı başkalarının da hissetmesini istiyor ve hesap soruyordu böylece. “Ee, senin şehre geliş hikâyen ne?” Aile öldürüldükten sonra evden çıkmayıp, evdeki eğitimini dahi tamamlamadan kaçtığını söylemeli miydi? Büyükbabası bulmasaydı onu birkaç ay içinde ölürdü, evi terk edeceği gece şehirdeki evlerinin anahtarını vermiş ve çocukken yaşadığı yere geri dönmesini sağlamıştı. Her şey eski yerindeydi ve neredeyse hiçbir şeye dokunulmamıştı, ebeveynlerinin odası aynı şimdi olduğu gibi duruyordu o günde de. Evdeki tek kilitli kapıydı ve o günden beri kendisi hariç kimse girmemişti içeri. Bir de yarasalar, gerçi onlarla da tam olarak karşılaştığını söyleyemezdi. Bazen korkuyordu karanlıktan aynı evin diğer sakini gibi. Bir de kedi vardı, sahi, kedi neredeydi? "Liseyi okumayı reddettim ve ailemin eski evine yerleştim, buraya.” ve bu kadardı hikayesi. Ne fazla ne eksik. Buraya geldiği günden beri ne kadar çok değişmişti, yani, bir şekilde. Her açıdan değil. Elleriyle yukarıyı gösterdi, kastettiği şeyi büyük ihtimalle yalnızca kendisi anlamıştı: Prudence. “Bu evde doğdum ve yalnızca son yıllarım burada geçti, aradaki senelerde Cardiff’teydim ve orası- Oradayken buradaki gibi değildim, burada büyüdüm sanki ve eğer, biraz soğuk gözüküyorsam çocukken çekingen olduğum içindir. Hala çekingenim, konuşurken ne söyleyeceğimi seçerken aklımdan geçenleri bir bilsen- Sonrasında en baştakilere dönüyorum ama, gene de tatmin etmiyor beni. Sonra da tabağındaki kruvasanın son parçasını attı ağzına.

Kelimeler ve kelimeler, sonrası gelmiyordu ama. Sonrasında ne yapacağını bilmiyor ve boynunu ardına yaslayıp koltuğunun ne yapması gerektiğini düşünüyordu. NE YAPMASI GEREKİYORDU? Kimse uyumasın, kimse susmasın. Gidip bir şeyler içsek ya? Uykum var ama uyku tutmuyor. Aldığı günden beri kullanmayı beceremediği telefonuna gelen mesajları kontrol etmeli bir ara, saate bakmak istediğinde alıyor eline ve bir de Prudence oyun oynamak istediğinde ki çok nadiren gerçekleşiyor bunlar. Oyuncaklar ve insanların bileklerine taktıkları saatler var. Kaçıncı yüzyılda olduklarını bilse ne olur? Ne işine yarayacak? Tek yapmak istediği kırmamak kimseyi. Ah, hayır, kimseyi değil. Sevdiklerini kırmasın yeter. Diğerlerini sevmiyor, diğerleri iyilik yapmadı kendisine. Önünden geçerken yüzüne bakmadığı dilenciye hiçbir şey borçlu değil, aralarında tek fark yok. Kendisi yalnızca biraz daha şanslıydı, ailesi öldü ve ailesinin vardı parası. Gerçi öyle gözükmüyor ya dışarıdan, üzerindeki tişört kızı yaşında. Hatta daha da fazla, neden “köprüler falan” yazıyor bilmiyor mesela. İntiharla ilgili mi yoksa- Köprü intihar demek, başka hiçbir şey gelmiyor aklına. Gelmesin zaten, köprüler korkunç bazen. Ya boğulursa? Acı çekmeden ölsün o, kimse kırmasın hem kalbini. Mutlu ölsün, birileri onu severken ölsün. Bencildir Jude. İntihar edecek sanmayın ama, o kadar da değil.


En son Jude Lowell tarafından Perş. Şub. 09, 2012 9:01 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Llesenia Carreño Martinéz
Cambridge I. Sınıf | Politik Bilimler
Cambridge I. Sınıf | Politik Bilimler
Llesenia Carreño Martinéz


Mesaj Sayısı : 156
Nerden : Kolombiya.

başlıkbulmayıhiçbeceremem Empty
MesajKonu: Geri: başlıkbulmayıhiçbeceremem   başlıkbulmayıhiçbeceremem Icon_minitimePerş. Şub. 09, 2012 4:03 pm

Sanki biraz daha rahatlamış, gözlerini kapayıp derin bir nefes almış ve durmuştu. Bakışlarını tabağıyla buluşturdu, kahve fincanını eline alıp ayağa kalktı. Koyu kıvamlı kahve boğazından aşağı yakarak iniyordu. Camı açmaya çalıştı ama sıska kollarıyla bunu yapması biraz zor olacak gibi duruyordu. Bazen çekmeceleri açarken bile zorlanırdı. Kendini korumak için birkaç sene yanında tabanca taşımıştı. Küçük bir glock. Kaçlık olduğunu bile bilmeden sadece beline takmayı biliyordu. Her zaman giydiği salaş tişörtlerle gizlemesi çok da kolaydı ama asla içinde mermi olmazdı. Zaten kimse cesaret edemezdi ona bir şey yapmaya, en azından Kolombiya’da, sadece karşısındaki adama adını söylemek için yeterli zamanı elde edebilmekti taşımasının sebebi. Mermileri içine koyunca tabanca Llesenia için gülle gibi olur, tutmakta bile zorlanırdı. Kahve fincanını tezgâha bırakıp, iki eliyle yüklendi camı açmak için. Bereket versin ki pencereyi ya da camı parçalamadan açabilmişti. Temiz hava içeri girerken derin bir nefes aldı. En sıcak aylarından birini yaşıyordu Londra, insanlar oflayıp puflarken çok rahat dolaşabiliyordu. Yılın büyük bölümünü, yani babası işinin en önemli bölümlerini gerçekleştirirken, hizmetçiler ve Llesenia amazon bölgesindeki villada kalırlardı. Soyunsan bile sıcağın seni ele geçirmesi kadar yapış yapış bir his yoktur.
“Peşine takılanlara gelince, en azından nedenleri varmış. Sen, sen güzelsin. Ben ise yalnızca ne yaptıklarını anlamaya çalışıyordum.” Gerçekten mutlu olmuştu. Güzel olduğu söylendiği için değil iletişim kurabildikleri için sevinmişti. Biri güzel dedi diye sevinmeyi ‘o’ günden sonra bırakmıştı. İstemeden de olsa genç adamın kocaman mavi gözlerindeki hüznü görüp, durdu. Hissetti. Kim, bir başkasının hayatının sorunlarını, yıkımlarını ve dipsiz kuyularını bilmeden onun gibi hissedebilir ki diye soracaklar olursa diye söylüyorum, turuncu kafalı kız bunu yapabiliyordu. Çok fazla insan tanımıştı. On dokuz yaşındaydı ama bir sürü farklı kişinin, düşüncenin yaşamın içine girip çıkmış; onları dinlemiş ve daha fazla içine işlemeden kaçmıştı. Llesenia hep kaçmıştı. Her şeyden, her yerden ama çocukluğundan beri böyleydi, onun için doğru olan buydu. Eskiden, küçükken sadece babasıyla birlikte polisten kaçardı; biraz büyüdü okuldan kaçmaya ya da arabasının camını kırdığı müdürden kaçmaya başladı, sonra bir baktı ki polisten kaçan o olmuş, polis sirenlerini sevmeye başlamış; en son da insanlardan hiç olmadığı kadar kaçıyordu. İlk defa yaklaşmak istemişti birine. Jude. Jude ilk baştakinden biraz daha fazla istiyor gibi duruyordu bu arkadaşlık işini. Belki de Llesenia öyle görmek istediği için öyleydi. Canı bunu istemişti.
Sorusunun cevabını alınca yine içinde bir boşluk hissetmişti. İnsanları çok tanımazdı. Gözüne bakınca onun nasıl biri olduğunu anlamak değil, iyi ya da kötü biri mi onu bile anlayamazdı. Duygular ayrı. Gizli, gizli, çok gizli hisleri bile birkaç cümleden sonra görmeye başlar, kokusunu alırdı. Tatmaya başladığından aynı acıyı çeker, aynı mutlulukla havaya uçardı. İyi biri aslında kızımız. Onu sadece sarhoş olunca oğlanların kucaklarına atlayan, soyunan ya da sokaklarda kusan kız olarak tanımaları ne acıydı. Kimse, geçen haftaki küçük Clothes Over Bro’s hırsızlığını yapanın Llesenia olduğunu bilmiyor. Kendi için çok şey almadı sadece ertesi günkü parti için hazırlanan birkaç elbiseyi yırtıp, çantasına da özel müşterilere özel olduğunu söyleyip, görevlinin ona satmadığı mavi elbiseyi soktu. Bu arada o bahsettiğimiz cevap, ailesinin ölümüyle alakalı olan değil. “Bu evde doğdum ve yalnızca son yıllarım burada geçti, aradaki senelerde Cardiff’teydim ve orası- Oradayken buradaki gibi değildim, burada büyüdüm sanki ve eğer, biraz soğuk gözüküyorsam çocukken çekingen olduğum içindir. Hala çekingenim, konuşurken ne söyleyeceğimi seçerken aklımdan geçenleri bir bilsen- Sonrasında en baştakilere dönüyorum ama gene de tatmin etmiyor beni.”
“Kelimelerin çok önemli değil Jude. Ne demek istediğini anlıyorum. Ben de buradan önce böyle değildim. Büyümek değil, değiştim. Zil zurna sarhoş olup sokaklarda sürünmezdim ya da bir fahişe gibi davranmazdım. Tek yaptığım biraz macera yaşamaktı, o kadar. Burada böyle oldum.” Sonra durdu. Hayatının her ayrıntısını anlatmayı arzuladığını fark etti. Ne varsa dışarı dökmek, sonra ağlamak-belki sarılır- biraz daha anlatıp, sakinleşmek sonra sızana kadar içmek istiyordu. Muhtemelen bir yerlere kusardı, bu yüzden klozete yakın bir yerde içmeliydi. Evini mahvetmek istemezdi. Jude ne derdi buna. İstemezdi tabii ki. Onun gibi biri bunu istemezdi. O insanların üzüldüğünü göremezdi. Yani öyle tahmin ediyordu. Her şeyi anlatmaya karar verdi, ama ona güven sağlamalıydı biraz. İstemediği bir şey yaparak güvenini sağlamak yalancılık olurdu, bunu da istemezdi. Aklına gelen ilk şeyi söyledi:
“Aslında… Hayatımda olmanı isterim. Yanlış anlama. İstediğim ilişki falan değil, senden hoşlandığım yok yani. Ah, şey yani o anlamda. Aslında arkadaşlık falan da değil. Yanımda olan, yanında olacağım biri. Eğer sen de istersen, istediğinde istediğin şeyin olabileyim istiyorum. O an neye ihtiyacın varsa mesela. Anla işte.” Çok uzun konuşmuştu ama kendini anlatmak değildi yaptığı ona göre. Jude ondan korkmuş olmalıydı. Çok şey istemiş gibiydi. Ne gibisi, gerçekten çekingen küçük bir çocuğu korkutmak için bundan daha iyi bir yol yoktur. Yazın bunu bir kenara. Yerine oturup o çok fantastik konuşmayı çektiği sandalyenin gıcırtısıyla bitirdi. Ne diyeceğini hiç bilmiyordu bundan sonra eğer koca mavi göz özür dileyip istemediğini söylerse. En kötüsüne kendini alıştırmayı biliyordu Llesenia. O gün çöplükte yaşadıklarından sonra öğrendi bunu. Çöplük. ‘En kötü eve kadar peşimden gelir.’ Diye düşünmüştü. O zaman en kötüyü de tahmin edememişti işte. Aslında Llesenia da burada büyümüştü. Büyümeyi hiç istemezdi doğrusu.


En son Llesenia Carreño Martinéz tarafından Cuma Şub. 10, 2012 2:56 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

başlıkbulmayıhiçbeceremem Empty
MesajKonu: Geri: başlıkbulmayıhiçbeceremem   başlıkbulmayıhiçbeceremem Icon_minitimePerş. Şub. 09, 2012 9:02 pm

Düşünceleri öyle yoğundu ki uyuyamamıştı, huzursuzluk onu oyaladı tüm gece. Yatağına uzanmayı denemedi, ceketini çıkarmak ona zor geliyordu. Odasına girmeden önce ellerini iki yana açtı ve kapının çerçevelerine dayadı. Giysilerindeki ağır koku ve ani hareketiyle yerden yükselen toz ciğerlerine doluştu. Bedenindeki her doku şimdi ona yük oluyordu. Varlığını avucu büyüklüğündeki bir vücutta sürdürmek için her şeyini verebilirdi. Gizlenmek daha kolay olurdu en azından, kayıplara karışabilirdi. Kollarını indirdi, artık bedeninin iki yanındaydılar. Hantal gövdesiyle arkasına döndü ve koridorda kısa adımlarla ilerledi. Neden bir anda ütopyalarına daldığını anlamamıştı, oysa kendini güçlendiren tek şey bu hayali anılardı. Banyosuna girdiğinde anahtarı açmaya üşendi; içerisi koridorun ışığıyla aydınlanıyordu, bu yeterliydi. Kolları rahat değildi, ceketini alıp kapının koluna astı. Arkasına döndüğünde yere yığılacaktı, gömleğinin kollarını sıvadı. Suyu açtı ve bedeni titremeye başlayana dek avuç dolusu suyu yüzüne çarptı. İnleyerek ellerini saçlarına daldırdı. Sessiz olmalıydı, Prudence’ın endişelenmesini istemezdi. Bu kata gelmek için onlarca basamakla boğuşacaktı, gecenin bu saatinde merdivenlerle pek de iyi olmazdı arası. Odasına gidip üstünü değiştirebilir ve yanına gidebilirdi, uyuyabileceğini düşündü. Yerdeki yığını aldı ve koridorun ucundaki odasına gitti. Pervazın hemen yanındaki geniş koltuğa oturdu ve önce ayı ve o kayboldukça doğan güneşi izledi. Nefes aldıkça yükselen gövdesi ağırlaşmıştı, eğildi ve gözlerini ovuşturdu. Sonra bitti rüyası. Büyük bir köşkte, beş metre yükseklikte tavanların olduğu bir yerde yaşamıyordu. Güneş çoktan kendisini göstermiş olsa dahi, düşlerinden uzak tutamıyordu kendisini. “Kelimelerin çok önemli değil Jude. Ne demek istediğini anlıyorum. Ben de buradan önce böyle değildim. Büyümek değil, değiştim. Zil zurna sarhoş olup sokaklarda sürünmezdim ya da bir fahişe gibi davranmazdım. Tek yaptığım biraz macera yaşamaktı, o kadar. Burada böyle oldum.” Llesenia’yı kendisinden daha iyi tanıyamazdı ama böyle düşünmediğini fark etti, cümlelerindeki kopuklukları düşüncelerindeki hızlı geçişlere bağladı ve bıraktı elindeki çatalı tabağının yanına. Gerilmişti yüzü, gözleri kısıldı onu izlerken. “Aslında… Hayatımda olmanı isterim. Yanlış anlama. İstediğim ilişki falan değil, senden hoşlandığım yok yani. Ah, şey yani o anlamda. Aslında arkadaşlık falan da değil. Yanımda olan, yanında olacağım biri. Eğer sen de istersen, istediğinde istediğin şeyin olabileyim istiyorum. O an neye ihtiyacın varsa mesela. Anla işte.” Belki de bir süre sonra, gerçi bir gün içinde iyi bir yol kat etmişti, iyi bir dostu olur ve istedikleri zaman istedikleri gibi konuşabilirlerdi. Yakınında çok kişi yoktu zaten, arkadaş grupları da olmamıştı hiç. Tek tük, birkaç kişi ve hepsi farklı yerlerdendi. Üniversiteden sınıf arkadaşları ya da çocukluğunu birlikte geçirdiği insanlar yoktu. Yalnız olmasının nedeni bu değildi ama; o seçtiği için belki, bencil olmayı ve fazla bağlanmayı.

Kahvaltı önemli değildi zaten, yalnızca güzel bir sabah olsun. Kapıdan çıktığında geri dönmek istesin içeri, yani, o kadar da değil ama- Gülümsesin en azından, akşama doğru konuşmalarını hatırladığında kıkırdasın farkında olmadan. Otobüse bindiğinde garip gözlerle baksınlar ona, kahkahalarını tutmak zorunda kalsın. Sanki çok komik ya Jude, komik ya. Zamanın oldukça ağır ilerliyor olması yorgunluğunu bastırıyordu zaten. Yalnızca oturduğu içindi bu his, küçük kızı bırakıp üzerinde yalnızca bir bornozla dışarı çıkamazdı mesela. Altında bir kot ve çıplak ayaklarla görse kendisini gülerdi ama evin önünden, o pencereden izlerken geçmesini garipserdi herhalde. Ama gülerdi gene, gülmeyi seviyordu çünkü. Gülünce de daha güzeldi, aynı ağladığında olduğu gibi. “Onur duyarım.” Duraksadı ve gözlerini yumup kıkırdadı birkaç saniyeliğine. “Mesela, seçtiğim kelimeler oldukça garipti.” ve bu cümlesi de çıkmayacaktı aklından. Kusursuz olmalıydı ağzından çıkan her şey. “Bitirdin mi?” Meyvesi ve kruvasanı bitmişti, getirdiği diğer şeyleri sonraya saklamak isteyecek gibi görünüyor ve- “Oyun oynamak ister misin, mesela, araba yarışı, belki. İlk konsolu sana verebilirim.” Sanki her gün oynuyormuş gibi. Mario Bro’s ya da Zelda değil, Sonic ile arası hiç olmamıştı zaten. Bilgisayarla olan ilişkisi yirmilerindeyken başlamış ve böylece sonuçlanmıştı. Arkadaşlarını ekleyebileceği bir sayfaya gerek yoktu; sahip olduğu telefonu bile nadiren kullanıyor, bugün olduğu gibi ancak hatırlatıldığında ancak kontrol ediyordu. Telefon numarası kayıtlıydı Llesenia’nın ve nasıl tanıştıklarını bir gün unutacak olsa dahi, bugün kalırdı aklında. Kruvasanları sevdiğini öğrendi mesela, aynı karadut reçeli gibi. Bir de fıstık ezmesi ve bol sütlü kahvesi. Gülümseyene kadar bekledi. Odadan ayrılmadan önce tahta trenlerden birisine dokundu parmağıyla, tabaklardan birisine çarpıp durdu.

& S O N
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
başlıkbulmayıhiçbeceremem
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
London Never Sleeps :: c i t y . o f . w e s t m i n s t e r :: Mayfair-
Buraya geçin: