London Never Sleeps
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Hoş geldin .
Londra senin için Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri uyumuyor.
Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri buralarda takılmadın.

Aramıza son katılan https://lnsrplay.yetkin-forum.com/u398, Londra'ya hoş geldin!
Sitemiz bir rol oyunu sitesi olduğundan lütfen bu amaçla, Ad Soyad şeklinde kaydolun.
Rol oyununa başlamadan önce Başlangıç Rehberi'ni mutlaka okuyun.
London Never Sleeps toplu konuşma: Chatbox.
Rol oyunu puanlaması için: Tık.

 

 Back in town.

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Simone Picard
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Simone Picard


Mesaj Sayısı : 56
Nerden : Nice, Fransa.

Back in town. Empty
MesajKonu: Back in town.   Back in town. Icon_minitimeÇarş. Şub. 15, 2012 11:18 pm

Back in town. Tumblr_lyugboDrLA1qi0gsuo1_500
BACK IN TOWN
Simone Picard ve erkekleri (birkaç NPC)
Başta Mayfair olmak üzere Londra'nın çeşitli bölgeleri.

Madam Picard, ya da Britanya'da bilinen adıyla Julianne Wordsworth, eski mesleğine geri döner.
*One shot RPG'dir, bilginize.*


En son Simone Picard tarafından Perş. Şub. 16, 2012 12:00 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Simone Picard
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Simone Picard


Mesaj Sayısı : 56
Nerden : Nice, Fransa.

Back in town. Empty
MesajKonu: Geri: Back in town.   Back in town. Icon_minitimeÇarş. Şub. 15, 2012 11:26 pm

Simone Picard oldukça gergindi. Yıllardır elini sürmediği piyasa işlerine yavaş yavaş dahil olmaya başlamıştı tekrar. Bunu istemiyor değildi. Eski güzel ve hareketli günleri ziyadesiyle özlüyordu. Hem şimdi, o zamanlarda dahil olduğu tehlikenin onda birine bile girmesi gerekmiyordu. Ülke çapında sözü geçen bir politikacının uzun yıllardır sevgilisi olmanın avantajlarından biri de sırtınızın hiçbir zaman yere gelmemesi oluyordu. Kim bilir, belki de eski tehlikenin olmamasıydı onu eski işine dönmekten sık sık alıkoyan. Çalışma masasında oturmuş, elindeki gümüş kaplama dolma kalemi çevirip duruyordu. Gözü önündeki kağıtlarda değil de sol tarafında krem rengi perdelerin arasından hülyalı bir şekilde beliren Mayfair semasındaydı. Sol elinin işaret parmağı koyu kırmızı renk rujla hayli belirginleşmiş dudaklarının üstüne hafifçe dokunuyordu. Siyah sürmeyle çevresi kontürlenmiş yeşil gözleri sabitti. Benedict'in ne yaptığını merak ediyordu. Saçma bir dış ilişkiler işi yüzünden Londra'dan ayrılması, Berlin'e gitmesi gerekmişti. Tam da seçimlere bir yıldan az bir zaman kalmışken kızışan atmosfer başkente hakim olurken, Benedict, bir hafta süreyle ticaret anlaşmasıyla ilgili olarak ortaya çıkan yasal bir pürüzü düzeltmek zorundaydı. Simone içten içe bu seyahatin Cole'un başının altından çıktığını düşünüyordu. Belli ki Benedict'in ayrılırken her şeyi Simone'a emanet ettiğinden habersizdi. Yahut kendisini hafife alıyordu. Uzun zaman piyasadan uzak kalmış olabilirdi Simone; ancak bu, hafife alınacak bir kadın olduğu anlamına gelmiyordu. Eski öğrencisi Monica her ne yapıyorsa artık, yeterli olmuyordu besbelli. Ya patronuna Simone'dan bahsetmemeyi tercih etmişti ya da o bile kendisini hafife alacak kadar düşüncesiz olabiliyordu. “Boynuz kulağı geçmiş.” diye söylendi hafifçe Simone. Eski öğrencilerinin arasında, itiraf etmeliydi ki, Monica ayrı bir yere sahipti. Gerçekten bir femme fatale olup birçoklarını dize getirebilecek şuhluğa, hırsa ve kudrete sahipti. Yalnız belli ki tüm bu meziyetleri başını döndürmüş, egosunu olmadık bir yere çıkarmıştı, öğretmenini unutmayı kabalık olarak düşünürdü Simone.

Kapının çalınmasıyla düşünceleri bölündü ve tanrı bilir kaç zamandır bakakaldığı gökyüzünden gözleri ayrıldı. Gelene girmesini söyledikten sonra kızılçam ağacından yapılma antika çalışma masasında daha düzgün bir poz aldı. Çalışanlarına düşünceli, evhamlı, kudretsiz biri olarak görünmek istemezdi. “Evet, George?” Köşkün emektar uşağı George, hanımına karşı ufak bir saygı hareketi takınıp “Mektup, madame. Acil kargoyla henüz geldi.” Gümüş bir tepsinin içinde krem rengi bir zarf sunmuştu kendisine. Simone dudakları aynı koyu kırmızı tondaki ojelerinin dikkat çektiği eliyle mektubu alırken adama teşekkür etti. Zarfın üzerindeki küçük, yaldızlı işaret, mektubun şehir merkezindeki muhbirlerinden geldiğini teyit ediyordu. Merak ve sabırsızlıkla bu iş için kullanılan küçük, fazla keskin olmayan bıçağı zarfın boşluğundan içeri sokup bir hamlede zarfın bir kenarını yırtarak araladı. Daktiloyla hızlı hızlı yazılmış kısa notta içişleri bakanlığına sızmaya çalışan bir casuslarının, dilini tutamayan ve gözünü para bürümüş bir kuyumcu tarafından satıldığı, hatta adamın içişleri bakanının casusu olabileceği söyleniyordu. Simone'un yüzünden kan çekildi. Dudakları hafifçe aralanmıştı ve yüzünde afallamış bir ifade vardı. Masanın üzerindeki köşk içi telefonun ahizesini kaldırıp karşısındaki adamla konuştu. “George? Söyle arabayı hazırlasınlar. Hayır, hayır. BMW olmaz, daha az gösterişli bir şey olsun. On beş dakikaya kadar çıkıyorum. Teşekkürler.” Jackson'ın öldürülmesi bardağı aşan son damla olmuştu. Benedict'in yokluğunu fırsat bilmeleri açıkçası kabul edilemez bir durumdu. Simone Picard sayelerinde geri dönmüştü.

Garajın içerisinde nispeten daha az dikkat çeken bir Volkswagen'den indi Simone. Üzerine bir broş yerleştirdiği tek parça pek koyu lacivert elbisesi, akşamüstü serinliğini savuşturmak üzere omuzlarına aldığı beyaz hırkasıyla eskilerin hanımefendisi görüntüsü çiziyordu. Bileklerine kadar gelen beyaz dantel eldivenleriyle, ve yüzünün görünmesini zorlaştıracak başının ön tarafına yerleştirdiği dantel duvaklı ufak şapkası bu görüntüsünü destekliyordu. Şöför arabanın kapısını kapadı. Etrafına şöyle bir bakındı ve şöföre motoru açık tutmasını tembihleyip yoluna döndü. İnce topuklu lacivert ayakkabıları kaldırım taşları üzerinde düzenli bir ritm oluşturacak şekilde kararlı adımlarla yürümeye başladı. Bu işi kendisi yapması gerekmiyordu elbette; ancak eğer yapmasaydı da gerçek anlamda geri dönmüş olmayacağını biliyordu. Benny bunu duyduğu an kızgınlıktan delirecekti muhtemelen. Etrafta o kadar güvenlik kamerası ve insan varken birini bulamaz mıydı, delirmiş miydi, kendisini tehlikeye atmak konusunda neden bu kadar hevesliydi, vesaire vesaire... Hiçbir zaman oturduğu yerden emir veren biri olmamıştı. Bugüne kadar birçok kişinin içkisine arsenik katmış, pek çok kişiyi boğmuş, gözlerindeki yaşam ışığının sönüşünü izlemişti. Bir eksik bir fazla bu saatten sonra fark etmezdi.

Çok fazla yürümeden, arkasında bir korumayla sağdaki ufak kuyumcu dükkanına girdi. Tam tezgahın önünde durup dükkan sahibinin kendisini görmesini beklerken koruması dükkanın kapısını kapamış ve camda asılı olan yazıyı 'kapalı' şekline getirmişti. “Miss Wordsworth?” Adamın alnında beliren ter damlacıkları, Simone'un neden burada olduğunu bildiğini gösteriyordu. Korkunun kokusunu duyabiliyordu Simone. Küçücük dükkanın sahibi hemen aidiyetini kaybetmişti. “Bunu yapmayacaktın, Luka. Seni sadık biri sanırdım.” Sesindeki Fransız aksanı belli olsa da onu Britanya çoğu kimse Julianne Wordsworth diye tanırdı. Ya da daha eski tehlikeli zamanlarda Jules. Bu sebeple göçmen kuyumcu da bu adı kullanarak yalvardı. “Yapmayın Miss Wordworth, bir şans daha verin, yalvarıyorum!” “Sen şansını çoktan kullandın.” Adamın korku dolu ünlemlerinin arasında adeta yavaş çekimde eli ufak çantasına girdi. Soğuk kanlılığı adamın korkusunu bastırıyor, hakimiyeti kendisine veriyordu. Elleri çantadaki ufak ve kibar görünüşlü revolveri kavradı, işaret parmağı tetikte, baş parmağı horozda silahı adama doğrulttu. “Miss Wordsworth! Lütfen!” Baş parmağı silahın horozunu indirirken sahnenin teatral haliyle ters düşen, dramatik bile olmayan düz tonlu bir sesle “Elveda Luka.” dedi. Adam neredeyse çığlık atmak üzereydi. Bir iki saniye bekledikten sonra, Simone, işaret parmağını metale biraz daha bastırdı, bastırdı ve tetiği çekti. “BANG!” Adam çığlık atarken silahın ucundan ufak bir ateş parçası çıkmıştı sadece. Yüksek seli efekti veren ise Simone'un kendisiydi. Elindeki bir silah değil, yalnız çakmaktı. Dudaklarının arasına kendisi için ithal ettirdiği ince uzun Rus sigarasını koyup sahte silahın alevini silindire dokundurdu. Luka oldukça rahatlamış görünüyordu. Simone ise her ne kadar gerçek bir infaz sergilemese de damarlarına dolan adrenalinle büyük bir doyum almıştı. Sigarasından çektiği ilk dumanı kuyumcuya üflerken “Bir daha olmayacak.” dedi ve arkasını dönüp hızla dükkandan çıktı. Kuyumcunun minnet sözleri uzaklaşmaya başlamıştı. Sigarasını içerken arabaya doğru yürüyordu. Bir adım ardından gelen korumaya doğru yüzünü hafifçe çevirerek “Gece yarısını göremesin.” dedi ve şöförün kapısını tuttuğu metalik mavi Volkswagen'a bindi. “Sheraton'a.” Biraz rahatlamaya ihtiyacı vardı. Ne de olsa Simone Picard sahaya geri dönmüştü, öyle değil mi?

Akşam trafiğine rağmen güneş Londra üzerinde kaybolurken on dakika içinde Sheraton'a varmışlardı. Kapısını tutan valeden teşekkürü esirgemeyerek az önceki aksiyon sayesinde daha da kararlılaşmış adımlarını sıklaştırarak asansöre yöneldi. Kendisi için ayırdığı odada ayda birkaç kez buluşuyordu genç adamla, birilerine sormasına, izin almasına gerek yoktu. Otuz üçüncü kata çıkıp 3315 numaralı büyük süitlerden birinin kapısını çantasından çıkardığı anahtarla açtı. Pek ferah döşenmiş oda birbirinden değerli eşyalarla doluydu. Aynı zamanda kendisinin sürekli olarak kullandığı bir mekan olduğundan kendi zevkine göre döşenmiş ve bazı kişisel detaylar eklenmişti. Londra'yı ayaklarınızın altına seren ışıl ışıl bir manzara vardı tabandan tavana kadar olan camlarda. Uzaklarda kızıllığı hala belli olan gökyüzü, Londra'yı muhteşem bir görüntüye boğuyordu. Thames üzerinde belirginleşen sokak lambaları, ileriden selam gönderen Big Ben ve parlamento binası, Luka, politika, işler ve hatta Benny.. Her şeyden uzaktaydı artık. Beyaz çarşafların arasında yarı çıplak halde televizyon seyreden, siyah saçları bembeyaz teniyle muazzam bir tezat oluşturan, kendinden hayli genç olan adam konuştu. “Geç kaldın.” Simone ufak bilek hareketleriyle ayaklarını topukluların mahkumiyetinden kurtarırken adama cevap verdi. “İşlerim vardı.” Birkaç saat önce telefonda konuşup sözleştiği adam merakla oturduğu yerde doğruldu. Bedeni zayıfçaydı; ancak bu çocukluk değil, tarifi zor bir olgunluk veriyordu. Yapmacık çocuk taklidiyle 'geciktin' diyerek şikayet eden halinde bile bir olgunluk sezilebiliyordu rahatça. “Ya?” Simone başıyla ve dudakları kapalı mırıldanmasıyla onayladı. “Hı hı.” “Ne tarz işlermiş bunlar bakalım?” Hırkasını, eldivenlerini ve şapkasını çantasıyla beraber gelişi güzel olarak bir koltuğa bırakan Simone, “Sana söylerdim, mon cher.” dedi koyu sarı saçlarını tek omzuna alıp fermuarını açması için yatağa otururken. “Ama o zaman seni öldürmem gerekirdi.” Hareketlenen adam hemen fermuarı yakaladı ve yavaşça indirdi. Kadının yanağına ufacık bir öpücük kondurup kulağına nefesiyle fısıldadı. “Öyle mi?” Gülümsemesine hakim olamayan Simone genç adama doğru dönüp “Öyle.” dedi ve muzipçe dudaklarını onunkilere bastırdı. Londra gökyüzünü parlament mavisine boyayan akşam bin bir türlü karanlık işi beraberinde getirirken, lüks hotelin yüksek katların birindeki odada keyiflerine bakan çift her şeyi boş vermişti. Simone Picard ve birkaç saat önce telefonda konuşup buluşmak üzere sözleştiği adam, kendisine aşık ikinci sevgilisi Edmund Hawkins herkes ve her şeyden uzakta uzun zamandır birbirlerinden uzak olmanın acısını çıkarıyordu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Back in town.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
London Never Sleeps :: c i t y . o f . w e s t m i n s t e r :: Mayfair-
Buraya geçin: