London Never Sleeps
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Hoş geldin .
Londra senin için tarihinden beri uyumuyor.
tarihinden beri buralarda takılmadın.

Aramıza son katılan https://lnsrplay.yetkin-forum.com/u398, Londra'ya hoş geldin!
Sitemiz bir rol oyunu sitesi olduğundan lütfen bu amaçla, Ad Soyad şeklinde kaydolun.
Rol oyununa başlamadan önce Başlangıç Rehberi'ni mutlaka okuyun.
London Never Sleeps toplu konuşma: Chatbox.
Rol oyunu puanlaması için: Tık.

 

 Wild World

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Victoria Lynton
London I. Sınıf | İngiliz Dili ve Edebiyatı
London I. Sınıf | İngiliz Dili ve Edebiyatı
Victoria Lynton


Mesaj Sayısı : 66

Wild World Empty
MesajKonu: Wild World   Wild World Icon_minitimeSalı Nis. 24, 2012 5:30 pm

Bıdıbıdı. Şimdilik boş. Ama Viki Arnie rpsi bu.
Temmuzmuş, 30muş ve 2012 imiş.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Victoria Lynton
London I. Sınıf | İngiliz Dili ve Edebiyatı
London I. Sınıf | İngiliz Dili ve Edebiyatı
Victoria Lynton


Mesaj Sayısı : 66

Wild World Empty
MesajKonu: Geri: Wild World   Wild World Icon_minitimeSalı Nis. 24, 2012 5:30 pm

Dünyanın harika bir yer olduğuna dair birtakım izahlara dayanan ve muhtemelen Pollyanna tarafından kaleme alınmış bir çeşit yalanlar romanı mevcuttur. Bu kadim kitap ki optimist ve pesimistlerin, yahut geniş anlamda yerkürenin yin ve yanglarının göz ardı edilen kanlı savaşını bir vahşet perdesiyle örterek acınasılığın doruklarına ulaşmış; ancak zaman içerisinde tarihin tozlu sayfalarında kaybolduğu bilinen ilk eseridir. İnsanlar hala, Shakespeare’in de dediği üzere dünyayı bir oyun sahnesi olarak kullanır ve bütün erkekler ile kadınlar sadece girip çıkarlar. Girip çıkarlar. Girip çıkarlar. Girip çıkarlar. Yin ve yang böylece birbirine karışır ve o meşhur benekleri yaratırlar, siyah ile beyazın gri bölgesini yahut vücutları süsleyen dövmeleri. Oysa beyaz bile rengini yalanlara terk etmiştir utanmadan, yüzsüzce. Yeryüzünün en arsız, en yanardöner rengidir beyaz. Tozpembeye boyar her şeyi, yıkık dökük insanlık tarihinin en eski savaşının her parçasını. Siyahsa… Eh, onu herkes biliyor değil mi? Renk ki, tozu dumana katar da izin vermez kusulası öfkeye, akıtılası zehre. Ket vurur ve tüm bunların sorumlusu da Pollyanna kevaşesidir. Victoria Lynton bu ölümcül hastalığa onun yüzünden tutulmuştur. Her şeyde güzel bir şeyler arama genleri ondan gelmiştir, böylece başkaldırı onun için sadece bir kelime, uzak ve tehlikeli bir hayalden ibarettir.

Tehlike. Aile büyükleri tarafından belirlenmiş çemberin dışına adımını atması anında başına gelecek şey. Çemberi daire yapan, Victoria’nın tam ortasında oturuşu, onu dolduruşu ya da başka bir şeydi; ama o çizgiler tarafından ölesiye kuşatılmış olmak tamamıyla klostrofobi başlangıcı gibi bir şeydi. Koca kürenin içinde, kendi alanında yaşlanıp gidecekti. Bazı insanlarla kesişecek, onlarla herhangi bir kesişim kümesi yaratmak için ebeveynlerinin onayını alması gerekecekti. Ebeveynlik. Onay. Kural. Baskı. Sonuç mu? Migren. Dayanılmaz baş ağrıları. İçine atıp durduğu onca şeyin beyninde bir yerlerde patlaması; ama ağzından tek bir kelimenin dahi çıkamaması. Peki susmasına dair bir nedeni var mıydı? Victor, ağabeyi, susmamıştı ve çekip gitmişti. Onun ardından yaşanacak olayların ceremesini çekmek Victoria’ya kalmış, annesi ve babasının yalanlarına alet olma durumunda kalmıştı işte. Sevgili anne, onlara rahmini veren kadın, başını sallamış ve gururlu bir ifadeyle arkadaşlarına Victor’un denizaşırı ülkelerde misyonerlik yaptığını söylemişti. Ardından burnunu dikip kokona arkadaşlarını poker masasına davet etmişti. At yarışı oynayan bir baba, poker bağımlısı bir anne ve tüm bunların ortasında da bağlılıklarını sundukları Katolik kilisesi. Ortada birçok çelişki vardı, farkındaydı Victoria; ama ne diyebilirdi ki? Kendisi Katolik lisesinde bir yığın kızla okurken, her önüne çıkan vaaz verirken sorgulama kapasitesi yerlerde sürünür olmuştu. Hem o da ailesini olduğu gibi kabulleniyordu- galiba. Sınırlar içerisinde yaşamaya alıştığını ya da bundan hoşnut olduğunu söyleyemezdi; ama ailesini nasıl üzebilirdi Victor onları hayal kırıklığına uğrattıktan sonra? Yani Sidney Moon ile evlenmek istemiyordu elbette. Zaten onun da niyeti yoktu. Val dedikleri bir kız vardı, belki onunla hayatını birleştirmek istiyordu çocuk. Değil mi? Aslında Theodor’un partisinde tanıdığı Sid çok hoş bir insandı. Victoria’yı yemek masalarında bırakıp giden ya da kaba konuşan o çocukla aynı kişiydi; ama demek ki bu da onun karşı koyma tarzıydı. Victoria’nın karşı koymak gibi bir huyu olmadığı için belirli bir tarzı da yoktu doğal olarak. Her ne kadar gurur kırıcı olsa da onu da öylece kabullenmişti işte. Yine de içinde bir yerlerde beğenilmemiş olmanın getirdiği çöküntüyü, annesinin bu kaygan zemine inşa etmeye çalıştığı ilişkinin daha deprem yüzü bile görmeden, sadece sığ müşterinin mimariyi beğenmedi diye elinin tersiyle itmesi sonucu yaşıyordu. Elbette Theodor’un partisinde Sidney ile karşılaşıp muhabbet ettiklerinde gayet iyi anlaşmışlardı ve bir beklenti içine girilmediği zaman ne kadar da güzel konuşabildikleri kanıtlanmıştı; ama şu sıralar kızsal hissiyatları Everest’i aşmışken kalbini sıkıştıran rahatsız edici bir histi bu.

Son zamanlarda yaşadığı tek şey bu olsaydı, belki zihnini çok daha fazla meşgul eden başka şeyler olmazdı. Yine o gece –neredeyse yirmi yıllık hayatının en atraksiyon dolu gecesiymiş meğerse- yaşadığı diğer şeyler de beyninin kıvrımlarında hatırı sayılır bir yer kaplıyordu. Bir ev dolusu uyuşturucu ve alkol alan, sigarayı zaten saymıyordu; aşırı normal bir şey olarak gelmişti o an, anne ve babaların uzak durulması gerekenler kategorisinde yer alan ve tamamen şu küçük çocukları şeker verip kandıran bir çetenin mensuplarına benzeyen insanlarla birkaç saat geçirince normal bir durumdu sürekli onları düşünmesi. Önce Sidney’i gördüğünü ve onun uyuşturucu gibi küçük bir problemi olduğunu ailesine çıtlatmayı ve bütün bu, nişandır evliliktir ve saire, saçmalığı sonlandırmayı tasarlamıştı. Gelgelelim önünde iki problem vardı. Birincisi, zavallı çocuğu ispiyonlayıp zor duruma düşürmek istememişti; çünkü Victoria annesini tanıyorsa kadın bu durumu kullanırdı, hem de hiç iyi olmayan bir şekilde. İkincisi ise, o gece öyle bir yerde ne yaptığını nasıl açıklayacağını bilmiyordu. Eskilerin bu durumla ilgili değnek ve dışkı ile ilgili bir sözünü içinden anarken derin bir nefes alma ihtiyacı duyması kaçınılmazdı. Bu seçeneği de eledikten sonra bu sefer aklı kişilere takılmıştı. Theodor zaten iyiydi hoştu, onda hiç sorun yoktu; ama yanındaki o kız da neydi öyle? Althea. Victoria ona aşırı bir sempati beslememişti doğrusu. Daha çok kızdan, kızın bakışından, oturuşundan, göz kırpışından, kulağını kaşımasından her şeyinden, tanrı aşkına hem de her şeyinden, korkmuştu. O yaşta bir kız ne yapardı orada hiçbir şekilde anlamıyordu. Acil bir yönlendirmeye ihtiyacı olduğu belliydi, yoksa başına bir musibet gelecekti! Yine de Victoria ona hayranlık duyduğunu da gizleyemezdi doğrusu. Victoria iyi kızlardandı, Althea ise- bir kez daha tanrı aşkına! Evet evet. Belki de onun özgüvenine eriyip bitmişti. Doğru cümle bu olmalıydı. Sonra da Nanna denilen kızıl saçlı kız vardı. Bunny’nin tacizine o da uğradığı için biraz olsun sempati besliyordu kıza; ama öte yandan Sid ile gelmişti değil mi? Belki aralarında bir şey vardı –ki bu Victoria’yı alakadar etmezdi; ama bu durumda Nanna Victoria’dan hoşlanmamış olabilirdi. Gerçi gecenin sonunda Arnold’ın pek de belden yukarıya çıkmayan esprilerinden anladığı kadarıyla Harley denen bir başka korkunç çocukla odanın tekine kapanmıştı. Ne curcuna ama! Hiç değilse Arnold ile arkadaş olmuştu, en azından öyle düşünüyordu; çocuk sarışının da arkasından dalga geçmiş olabilirdi pek tabii.

Beynini meşgul eden üçüncü şey ise bu insanların nasıl olup da bu hale düştükleriydi. Neredeyse birçoğunun boynunu süsleyen Haç acaba sadece bir aksesuardan mı ibaretti? Eğer bir boşluğa düştülerse kiliseye gidip dua etmeleri, kafa yapıcı madde kullanmalarından çok daha akıllıca olurdu. Bundan dolayıdır ki o gün eve gider gitmez internetin başına geçmiş bir sürü belgeye bakmıştı. Kokain’in seksenlerde, eroin’in doksanlarda ve iki binlerde ise metamfetamin’in popüler olduğunu öğrenmişti. Açıkçası bu insanlar ne kullanıyordu bilmiyordu; ama Eric Clapton’ın kokain tanımı insanın kulağına bir hoş geliyordu! İşte John Keating, sen haklısın. Kim ne derse desin, sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir. O zaman her şey onun yüzündendi. Eric Clapton’a bu hakkı verip sonra da bu insanların böyle şeyleri- bir dakika Victoria silkinip kendisine gelmeliydi. Düşünceleri saçma sapan dünyalara yelken açmaya niyetliyken özellikle. Şu esas problemine, kendi özgürlüğüne dönmeli o insanları da sonsuza kadar beyninde silmeliydi. Evet! Gerçekten de dışarıdaki dünya vahşiydi. Özellikle o evde çok daha vahşi. Tuvalete girip yanlışlıkla hamile kalmaktan tırsmıştı, ikinci bir İsa – Meryem vakası olurdu. En güzeli umudunu Conrad Meyer’a bağlamak ve yeryüzü çocuğunun ne kadar geç özgürleşirse insanlığa o kadar güçlü dokunacağına inanmaktı. Evet bunu yapabilirdi. Klostrofobiyi bir süre daha kabullenebilir ve- Victoria duruverdi birdenbire. Adımları olduğu yere yapıştı, bakışları büyüdü ve yanlışlıkla dilini ısırdı.

2012 yılının yazıydı. Doğalı yirmi, arı soktuğu için ölümden döneli on yıl olmuştu. Hava güzel ve artık şaşırmadığı üzere güneşliydi. İngiltere’de güneşli günler de mevcuttu çünkü. Üç metro durağı boyunca yürümüş ve ayakları gayet bilinçli, beyni ise ayaklarıyla iş birliğine girip farklı düşüncelerle Victoria’nın beynini karıştırarak onu buraya getirmişti. Bu video dükkanına! Buna işte. Başkasına değil de buna! Arnold’ın o gece söylediğine. Çocuğun çalıştığına. Tamam yani buraya gelirken oldukça farkındaydı. O üç metro durağını yürüyerek gelmek kız için büyük işti. Eh, her yere sevgili şoför bilmem nereli Martin tarafından götürüldüğünü göz önünde bulundurunca, bir de o mesafe boyunca fikrini değiştirmeyince, evet, buraya başından beri gelmek istediğini kabul etmesi gerekirdi. Ne ayak ne beyin ne de başka bir uzuv. Her şeyi kendisi planlamıştı; ama Eric Clapton’ın dallamalığına diyecek şey yoktu. Şarkısı Victoria’nın kulaklığından beynine işlerken herhangi bir kurgu yaratmamaya çalıştı. Onu uyuşturucudan kurtarıp evreninde güneş olmaya falan çalışmayacaktı. Sadece hala arkadaşlar mı diye bir kontrol etmeye gelmişti. Masum bir istek. Dolayısıyla teknolojinin nimeti müzik çalarını çapraz taktığı minik çantasına geri tıkıp kulaklığını çıkardı; ama küçük bir an, Arnold’ın hala banyo yapmamış olduğunu düşündürten saçlarına doğru değil de başka bir reyona gitmek için bir istek duydu ve o isteğe de boyun eğerek rafların arasında dolanmaya başladı. Neredeyse bomboştu. Yaşlı bir adam pornoların olduğu yerde kapaklardaki resme bakıp zevke geliyordu ki başını çevirip önündeki acayip filme bakmaya başladı Victoria. Arnold gelirse, evet bunu kadere bağlardı. Vay canına ne tesadüf, kendi mahallemden kilometrelerce ötedeki yere film almaya geldim ve karşılaştık derdi. Yer miydi? Eh, yesin diye her şeyi yapardı o zaman. Gerçi- hemen mavi kulaklıklarını kafasından geçirip sesi açtı. Şu saniye çıkıp gidecek, Arnold seslenirse de duymamış ayağına yatabilecekti. Hem şu an düşüp bayılacakmış gibi duran bir müşteriyle konuşuyordu. Ne itici kızdı o da! Hızla kapıya doğru döndü.

Aylardan temmuzdu, saat üçü tam çeyrek geçiyordu ve Victoria’nın dönüşü yumuşak bir göbek yüzünden engellenmiş felaketler birbirini izlemişti. Az önceki pornocu amcadan korku ivmesiyle sekip kenardaki dizili olan CD’liğe tam isabetle bindirip poposunu morartacak bir düşüş yaptığında ve kafasına az önce yıktığı CD’ler bir bir kafasına düştüğünde hala daha üçü çeyrek geçmeye devam ediyordu. Adam kıkır kıkır gülüp Victoria’nın eteği ile ilgili belirli fantezilerde bulunduğu açıkken bayılmak üzere olan kızın bakışları bile dönmüştü. Pörtlek gözlerinin kırpıştığını hissedebiliyordu bile. Ama belki dönüp emeklemeye başlasa, belki Arnold olayı yapanın kim olduğunu görmezdi. Evet evet. Denemeye değerdi. Gerçi az evvel düşerken attığı çığlık tecavüze uğrayan bir kızın yardım çığlığına benzese de- belki bu tip şeyler olağandı burada. Emeklemeye başladığı sırada bu sefer de kafasını sivri bir köşeye bindirmeseydi dünya gerçekten gözüne hala güzel gelebilir, Pollyanna’nın yolundan kim ne derse desin yürümeye devam edebilirdi; ama hayır! Değil dünya, bütün bir evren Victoria’ya trip atıyordu belli ki. Ne kadar vahşileşmişti bu dünya böyle? Sınanıyor muydu yani, neydi olay?


Spoiler:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Wild World
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
London Never Sleeps :: c i t y . o f . l o n d on :: The Streets-
Buraya geçin: