London Never Sleeps
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Hoş geldin .
Londra senin için tarihinden beri uyumuyor.
tarihinden beri buralarda takılmadın.

Aramıza son katılan https://lnsrplay.yetkin-forum.com/u398, Londra'ya hoş geldin!
Sitemiz bir rol oyunu sitesi olduğundan lütfen bu amaçla, Ad Soyad şeklinde kaydolun.
Rol oyununa başlamadan önce Başlangıç Rehberi'ni mutlaka okuyun.
London Never Sleeps toplu konuşma: Chatbox.
Rol oyunu puanlaması için: Tık.

 

 Kılenna Günlükleri

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Nanna Lindqvist
Freddie'nin Biftek Salonu | Garson
 Freddie'nin Biftek Salonu | Garson
Nanna Lindqvist


Mesaj Sayısı : 122

Kılenna Günlükleri Empty
MesajKonu: Kılenna Günlükleri   Kılenna Günlükleri Icon_minitimeCuma Mart 02, 2012 12:29 am

Kılenna Günlükleri IxLoConkzR1Or
vi lav yeşim


En son Nanna Lindqvist tarafından Perş. Mart 08, 2012 10:48 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Nanna Lindqvist
Freddie'nin Biftek Salonu | Garson
 Freddie'nin Biftek Salonu | Garson
Nanna Lindqvist


Mesaj Sayısı : 122

Kılenna Günlükleri Empty
MesajKonu: Geri: Kılenna Günlükleri   Kılenna Günlükleri Icon_minitimeCuma Mart 02, 2012 12:35 am

“Şemsiye için sağol Melvin.”
“Ne demek. Sen de sigara için sağol.”
Neon lambalarıyla yazılmış yazının hemen altındalardı. Freddie'nin Biftek Salonu. Yazan şey buydu. Altında da küçük restoranın sloganı yazıyordu. Freddie'nin Rüyası, sizin rüyanız. Büyük ihtimalle şu kabuslu filme gönderme yapmıştı adam ama bilmiyordu Nanna. Umursamıyordu da. Çalıştığı yere taptığı söylenemezdi ama Pizza Hut felaketinden sonra iyi gelmişti. Kızartma yağının kokusu altında, sürekli yağ lekeleri barındıran bir önlükle çalışmasına rağmen daha insancıldı burası. İstediği zaman sigara içmeye çıkabiliyordu. Patronu da mutfağın hemen arkasında içerisinden sürekli dumanların ve kahkahanın taştığı bir odadaydı ve nadir çıkıyordu. O adam çalışanlarını da seviyordu. Erken saatte kapatıp herkesin eline puro tutuşturduğunu bile görmüştü Nanna. Büyük ihtimalle esrarın etkisindeydi ama yapıyordu sonuçta değil mi? Patronun adı Freddie bile değildi ve ciddi anlamda Freddie'nin kim olduğunu da hiçbir çalışan bilmiyordu. Kimileri onun hakkında efsaneler yaratmaya çalışıyordu. Bazısı da patronun aklına o anda gelen isim olduğunu söylüyordu. Bunların hepsi Nanna'yla birlikte çalışan garson Margeret'ın Hollanda'dan getirdiği marijuanalı kekleri yerken tartışılıyordu. İşte günleri böylece sürüp gidiyordu. İş yerine gitmeden önce provalara, grubun yanına koşuyordu. Ardından işe ve gecenin ikisi olduğu zaman da küçük restorandan çıkıyor, metro istasyonuna kadar yürüyüp sevimli pansiyonuna varıyordu. Pansiyon dediği şey şu aile apartmanı gibi eğlenceli olanlardandı. Tabii Nanna başta bunun eğlenceli olacağını düşünmemişti. Ama şimdi üst odasında kalan kutsal bakire Sophia dahil herkesi seviyordu. Şu Sophia başlarda Nanna'nın hayatıyla fazla ilgiliydi ama sonraları o dedikoducu ruhunu yenmişti. Ya da Nanna onu fare zehiriyle fazlasıyla tehdit ettiği için kadın korkup vazgeçmişti. Pansiyonun başında Bertha vardı. Her şeye koşabilen, nereden çıkacağı belli olmayan kadın. Eli öyle bereketliydi ki gelen bir ölçeği bine çevirip bütün pansiyonu doyurabiliyordu. Kocası Afrika'da, Nanna'nın adını bilmediği ülkelerden birindeydi söylediğine göre. Gemi kaptanı olup yardım gemilerini kullanıyordu adam ve yıllarca gelmediği oluyordu. Nanna, Bertha'nın yerinde olsa çoktan tekmeyi basmıştı ama kadının bunun hakkında konuşurken bile suratından eksik olmayan o gülücük fazlasıyla garipti. İşte böyleydi Bertha. Uzun bir duşun ardından size havlunuzu uzatan şahane insan gibi.

Melvin'le el sallaştıktan sonra kaldırımın üstünde ters yönlere doğru yürümeye başladılar. İngiltere'nin yağmuru meşhurdu tabii. Hala şemsiyesi olmayan Nanna da bunu çok iyi biliyordu, sürekli üşeniyordu ama alışverişe. Şimdi de neredeyse restoranın neon lambaları kadar parlak bir turuncu şemsiyenin altında yürüyebiliyordu Nanna. En azından bunun altında sigara içebiliyordu. Üflediği dumanın sigara dumanı mı yoksa buhar mı olduğuna karar vermeye çalışırken Leicester Square metro durağının önünde durdu. Derin bir nefes daha çekip öldürmeye çalıştı sigarasını. Şu meret de bit deyince bitmiyordu, ama atmaya da kıyamıyordu insan. Sonra sigara diye kudurduğu anlarda yarım söndürdüğü sigaraları düşünüp üzülüyordu Nanna. Pansiyona vardığında mutfakta bir tabak kek bulmayı umdu, perşembe günü olduğundan havuçlu tarçınlı kek yapmış olmalıydı Bertha. Düşünceyle gülümseyip sömürürcesine bir fırt daha çekti sigaradan. O sırada önünden bir silüet geçti. Aslında silüet değil fazlasıyla netti ama Nanna'nın gecenin o saatinde görmeyi beklemediği türden bir görüntü olduğu için bir iki saniye farkına varamadı. Clementine, geceyarısından sonra yalnız başına hızlıca neden yürürdü Leicester Square sokaklarında? Nanna sigarasını attı. Sonra kızın peşine takıldı. Hızlı adımlar. Nanna hızlandıkça Clem'in adımları da hızlandı. Kendisini tecavüzcü gibi sanmasını sağlayan bu an için teşekkür etti Clem'e. Sonunda seslenmek zorunda kaldı.
“Hey! Hey hey hey.” Kelimeler gittikçe hızlandı. “Clem!” Sonunda Clementine durdu, Nanna onun yanında belirip kafasının üstüne şemsiyeyi yerleştirdi. Tamam, Clem'in deli dolu biri olduğunu biliyordu ama ne diye şemsiyesi ya da yağmurluğu olmadan arkasında atlı varmış gibi geziniyordu ki?
“Ne yapıyorsun bu saatte?” Küçük koşusu yüzünden nefes nefese kalmıştı. Sigaranın faydaları, ne kadar hoş. “Bir de beni sapığın gibi peşine taktın ya. Metroyu kaçıracağım senin yüzünden.” Dalga geçiyordu, Clem de bunu biliyor olmalıydı. Yani anlardı öyle küçük şikayet şakalarını. Kızın tek kelime etmeden gözlerini kaçırışını izledi. Sonra Clem'in suratına bakarken kaşları havalandı birden. Her şey bir iki saniyede oluyordu ama Clem bir saniye içerisinde elli kere Nanna'nın gözlerinin içine acı dolu bakıp sonra bakışlarını kaçırabiliyordu. Ve, kırmızılardı.
“Ağladın mı sen?” Yutkundu Nanna. Sesi endişeyle dolmuştu birden, engelleyememişti. Bir şey olmuştu demek, kötü bir şey.

-
Nanna odasının kapısını kapatıp koridora çıktı. İçeride, yatağının üzerinde fazlasıyla üzgün bir Clem vardı ve Nanna ne yapacağını bilmiyordu. Hey! Nanna genelde şu arkadaşları tarafından toparlanan zavallı kız modunda olurdu tamam mı? İlk defa birisi yardımına ihtiyaç duymuştu, o yüzden paniklemesi doğaldı. Tıpkı kapıyı kapatıp kordiora çıktığı anda olduğu gibi. Çünkü karşısında polar sabahlığıyla duran bir Bertha vardı. Yarım saat önce metronun önünde Clem'i bulduktan sonra pansiyona getirmekten başka çaresi yoktu. Onu öylece bırakmazdı Nanna. Şimdi daha iyi olacaktı. Tabii ki pansiyona geldiğinde herkes odasına çekilmişti ama Bertha evde yürüyen hamamböceklerinin bile sesini duyabildiğinden garipliği sezmiş olmalıydı. Kadın bir şey sormadan Nanna başladı kouşmaya. Eli hala kapı kolunun üzerindeydi.
“Arkadaşımı getirdim Bertha. Kötü bir durumdaydı ve onu buraya getirmem gerekiyordu. Sana ne olduğunu sonra anlatırım tamam mı?” dedi derin bir nefesle. Çünkü kendisi de bilmiyordu. Açıkçası Clementine'ı buraya getirirken teşekkür edip bir şeyler mırıldanmaktan ileriye gitmemişti konuşmaları. Daha doğrusu Nanna sürekli bir şeyler söylemişti ama her zaman neşe dolu olan Clem pek konuşmamıştı. İşte Nanna'yı endişelendiren de buydu ya.
“Saçmalama hayatım.” Nanna Bertha'nın sesiyle irkildi hafifçe. “Sadece iyi olup olmadığınıza bakmaya geldim. Arkadaşının yardıma ihtiyacı varsa edeceksin tabii.” Gözleri kırpışırken karşısındaki mükemmel insanoğlunu incelemeye başladı Nanna. Hayır, bu kadar imdat anne olur muydu ki bir insan? Sarılıp teşekkür etmeli mıncırma zamanından sonra odadan neden çıktığını hatırladı Nanna.
“Tabii ya, havlu. Havlu almaya çıktım Bertha. Dışarıda feci bir yağmur var.” Nanna banyoya doğru ilerlerken kadın koridorun sonundaki cama baktı buğulu bir şekilde. “Bir yerlerde hep yağmur var.” Nanna anlayamamıştı tam olarak ama Afrika'daki kaptanla ilgili bir şeyler olduğunu seziyordu. Çamaşırlığa girdiğinde temiz havlularına bakınmaya başladı. Yanlış yıkama sonucu benekli olan iki tane havluyu omzuna attı. Hızlı davranıyordu şimdi. Çamaşır odasından adımını dışarı attığı anda yine biri belirdi karşısında. Her gece ölüler gibi uyuan pansiyon şimdi mi canlanıyordu? Hak mıydı bu neydi yani? Nanna isyan edercesine burnundan saldı nefesini ve önünü kesmiş olan kutsal bakire Sophia'ya baktı. Kendisini bir nevi bilgisayar oyununda hissediyordu. Resmen görev yetiştirmeye çalışıp prensesi kurtarmak gibi bir şeydi. Ya da her neyse.
“Ne oldu Sophia? Acelem var-”
“Arkadaşını getirdin. Biliyorsun arkadaş kuralını.” Evet arkadaş kuralı şuydu. Pansiyonda uyku problemi olan yaşlıların kalması nedeniyle erkek atamıyordunuz. Ama Nanna kuralın neden konulduğunu biliyordu. Sophia gibiler bir de yatakta iş çıkarma kabiliyetini kaybetmiş olan fosillere işkence olmasın diyeydi bu. O yüzden Harley'i de buraya getiremiyor, ne zaman düzüşeceklerse ona gitmek zorunda kalıyorlardı.
“Biliyorum Sophia ama en son kontrol ettiğimde lezbiyen değildim o yüzden- Yatağına dön.” dedi elinin tersiyle şu kovma hareketini yaparken. Sinirden çıldırmak işten bile değildi. Ellerinin hafifçe titrediğini fark eden kadına inat yumruklarını sıktı. Bertha haricinde kimse Nanna'nın şu uyuşturucu işini bilmiyordu burada. Sonunda sophia şüpheli bakışlarını da alıp defolurken Nanna koşturarak ikinci kata çıktı ve odaya daldı. Nefes nefese kalmıştı ve odaya çıkana kadar da muhtemeldi ki altı yedi pansiyon sakinini uyandırmıştı ama sorun değildi işte. Anahtar döndü, kilit sesi duyuldu. Nanna sırıtarak sırtını yasladı kapıya. Clem'i nasıl bıraktıysa öyle bulmaktan korkuyordu ama kız en azından montunu ve tişörtünü çıkarmıştı. Yanına gidip daha küçük olan havluyu onun kafasına attı.
“Rahatız artık. Resmen gece böcekleri dolaşıyor ve hepsiyle konuşmak zorunda olmak iğrenç bir şey. İyi ki Hoppkins uyuyordu yoksa onun mayın tarlası maceralarını dinleyene kadar sen burada kurur giderdin.” Kıkırdadı. Sonra Clem'in saçlarını kurulamaya başladı havluyla. Diğer havluyu da kızın omuzlarından atarken sırıttı. “Banyo yapmış kedi gibisin Clem.” dedi gülerek kızın saçlarını kurutmaya devam ederken.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Clementine Crandal
Royal Academy of Dramatic Art I. Sınıf | Tiyatro ve Dramatik Sanatlar
 Royal Academy of Dramatic Art I. Sınıf | Tiyatro ve Dramatik Sanatlar
Clementine Crandal


Mesaj Sayısı : 531

Kılenna Günlükleri Empty
MesajKonu: Geri: Kılenna Günlükleri   Kılenna Günlükleri Icon_minitimePtsi Nis. 02, 2012 11:24 am

Kendi cümlelerini kuramayacak kadar acizleşmiş, yağmurun güzel olmaktan çok gözyaşlarını gizlemeye yaradığı bir zamanda yürüyordu. Asfalt kadar sert ya da içki şişeleri kadar cezbedici değildi ama adımları beyninden ayrılıp bağımsızlığını ilan edeli yarım saatten fazla olmuştu. Yürüdüğü yolun kendisini nereye götürdüğünü bile düşünmediğini fark edemediğinden belki, belki de gözüne çarpan bir yerin onu kurtarmasını umduğundan içten içe ses çıkarmadan ve sürükleyerek kendini ilerliyordu. Düşüncelerini dinlemese de arada beyni düşündüğünü belli edercesine hızlanmasına neden oluyor sonra birden yavaşlıyordu. Hızlanmasının ardındaki düşünceyi bilmese de ses çıkarmadan boyun eğip duymadığı sözü dinliyordu. Sokak lambalarından gelen tozlu ışık su damlalarını yansıttığında araba farı ve tavşan denklemini sağlayan tavşanmış gibi duraksadı. Sokak lambaları korkutucuydu. Sokak lambaları güzel şeyleri parlatabilirdi bazen. Ama onun dışında yalnızları işaret ederdi. Sarhoşlara yön gösterirdi. Kendi tercihiyle gidenlerin gittiği yolu aydınlatır, gitmek zorunda kalanların ya da bu zorunlulukta bırakılanların pusulası olurdu. Sokak lambaları kötüydü ve yağmur damlalarının gecenin karanlığında parlamasına neden olarak Alex'i hatırlatıyorlardı. Biri tüm lambaları sökmeliydi. Biri geceleri yalnız sokağa çıkmayı yasaklamalıydı. Biri lambaların Alex'i hatırlatmasına engel olmalıydı. Ama böyle bir şey olmayacaktı. O an herhangi bir sokak köpeği, diğerlerinden daha koyu renk duran bir kaldırım taşı, yerdeki kırık içki şişesi ve hatta ezilmiş sigara izmariti ona Alex'i hatırlatırdı çünkü. Bunların onu hatırlatacak bir özellik taşımasıyla alakalı değildi durumu. Olay tamamen Alex'i hatırlamaktı. Olay tamamen içindeki keskin acıya neden olan yaranın henüz kabuk tutamayacak kadar taze olmasıydı. Bütün olay Clem'in biliyormuş gibi birbiri ardına attığı adımlarına rağmen gözlerinde kovalayan köpekten kaçarken evinden uzaklaşmış ve geri dönüş yolunu bulamamış çocuğun ürkekliğini taşımasıyla alakalıydı.
Alex, her şeyini bilen, her durumda yanında olan ve hayatıyla güvendiği tek insan, adıyla bile canını yakarak onu bir akıl hastasının düşüncelerine terk etmişti. Alex beyninde yankılanıp duran ve kendi düşüncelerini duymasına engel olan cümleleri yüzüne fırlatıvermişti. Alex, onu çok sevdiğini bile bile en keskin harfleri seçerek nasıl zarar verdiğini bir bir söylemişti. Oysa onu çok seviyordu. Her şeyiyle ve her saniye artan bir sevgiyle. Yaptıklarının ardındaki anlamları görebildiğini düşünecek kadar. Bencilce ve paylaşmak istemeyerek ama gitmesinden korktuğu için bunu bile dile getirmeden seviyordu. Şimdi giden olmak çok tuhaftı. Sırtından iten bir terk ediliş ve omuzlarından destek veren yalnızlık hissi vardı sadece, ilerleyebilsin diye, kendini bir yere ulaştırabilsin diye.
Arkasından gelen adımların yerde biriken yağmur suyunda çıkardığı yansıyıp çoğalan sesten ürktü ve hızlandı. Son bir saatteki en net düşünce ve bedeninin verdiği ağlamak haricinde ilk tepkiydi. Hızlandı, hızlandıkça arkasındaki su sesi arttı. O hızlandıkça yağmur daha hızlı yağdı, Clem adımlarıyla değil beyniyle hareket etmeye çalışıp gidebilecek bir yön aradı, yanındaki çanta ağırlaşıp varlığının yükünü bıraktı omuzlarına ve ardındaki adımların sahibi neredeyse koşmaya başladı. Bir ses, hızla tekrarlanan tek hece ve ardından suya çarpan adı tanıdık birinin varlığını belirtince durdu, beyni yeniden durdu, adımları durdu, çantanın yoğun ağırlığı durdu ve ses durdu. Yağmur bile daha sakin yıkıyordu. Durdu ama arkasını dönmekten hala korkuyordu, güneşin öptüğü çillere sahip yüz gözünün önüne gelinceye kadar bir şey yapmadı. Küçük çiller sokak lambasında aydınlanana ve kızıl saçları görene kadar...
-
Nanna güvenli olduğunu düşündürerek duruma el koyunca rahatlamıştı. Birinin ona ne yapması gerektiğini söylemesine ihtiyacı vardı ve Nanna bu kısmı üstlenmiş gibi duruyordu, en azından şimdilik. En azından kalacak bir yer sağlayacak kadar. Nereye gittiğini bilmiyordu ama hiçbir yer bilmeden dolaşmak kadar kötü değildi sonuçta. Yürümekten ya da üzüntüden bitkin düşen vücudu bir yarım saatlik yolculuğa daha katlanınca, ki bu sefer işin içine toplu taşıma da girmişti, sıcak bir yerde buldu kendini. Mecazi anlamda olan sıcak değil, saatlerce tenine çarpıp uyuşmasına ve gece ilerledikçe üşümesine neden olan yağmurun ardından çevresini saran ve uyuşan teninde minik iğneler gibi sızlayan hislere neden olan sıcak, maddesel sıcak, ısıdan türeyen sıcak. Yol boyunca neredeyse konuşmamış, nereye gideceklerini sormamış, Nanna'nın cümlelerine mümkün olduğunca tek sözcük ve sınırlı harfler kullanarak karşılık vermişti. Ama minnet duygusu vardı içten içe. Öyle ya saçlarından damlayan suların bile acı olduğunu düşündürecek kadar battığı melankoliye aldırmadan onu sahiplenmişti. Ve şimdi de onun bu iç karartan haline ya da vücudundan damlayan sulara aldırmadan yatağını ıslatmasına izin vermişti işte.
Nanna beklemesini söyleyip odadan çıktığından beri sayıyordu. Çünkü bir şey düşünmeye hali yoktu. Birden başlamış ayağa kalkmıştı. Ceketini çıkardı, otuz yedi. Çantaya ilerlediğinde yetmişe ulaşmıştı. Bir tişört çekti açtığı fermuarın yarattığı boşluktan, yetmiş sekiz. Üstünü çıkardı ve yeni aldığı tişörtü geçirdi kafasından, karanlıktan hoşlanmamıştı, doksan üç. Ağır hareket ettiğini fark edemeyecek kadar uyuşmuştu ve çıkardıklarını düzeltip pencere önündeki sandalyeye koydu yüz on dokuz. Yatağa geri döndü, az önce ıslatmaya başladığı yere geri oturdu ve ayaklarından tutup çekecek bir şey varmış gibi bacaklarını kendine çekti, yüz otuz iki. Yatakta oturduğu yerde su sızdırıyordu, yatağı ıslatıyordu ama pantolonunu çıkaracak kadar gücü olduğuna inanmıyordu ve bu yüzden üstünden sızan sularla birlikte sayıyordu. Alex'i, evini- evi, kedileri düşünmek yerine birden başlamış sızlayan vücuduna aldırmadan içinden sayı sayıyordu. Kafasının içindeki ses onu yalnızlığına terk etmiş köşelerde bir yerde uyukluyordu.
Nanna tam olarak üç yüz seksen dörtte geri döndü. Onun dönüşüyle kafasında işleyen ve birbiri ardına gelen sayılar kesildi. Sürekli gülen yüzü görmesiyle saçlarına düşüp görüşünü engelleyen havluyla karşılaşması arasındaki süre oldukça kısaydı ve bu durum irkilmesine neden olmuştu, korkmasına. O an gerçekten yaşadığı şeyin ne olduğuyla yüz yüze geldi, bunun ona verdiği zararla yüzleşti ve bütün vücuduna yılın ilk pikniğini yaparken yağmura yakalanmış orta sınıf bir ailenin çocuklarının yaşadığı hüzne benzer bir his yayıldı. Nefesi havludan dönüp kendine çarptı ve bütün bunlar bir miladı oluştururcasına kişiliğinde yeni kısımlar yarattı.
Mesela yokluğunda çikolatalı dondurma yiyemeyeceğini fark etti birden. Ya da kimseyle Alex kadar yakın olamayacağını. İnsanlara zarar verdiğini düşünüp duracağını, insanların ona zarar vermesinden korkacağını... Sonra mesela eve çok geç kalırsa merak edeceğini düşünerek hızlı hareket etmesine neden olacak birinin olmadığını. Kalem izleriyle boyanmış parmakları görünce gözlerinin dolacağını...
Bunun normal olması gerekiyordu aslında. İnsanlar hep giderdi. Ömrünün sonuna kadar yanında kalacak değillerdi. Anlamı olan herkes bir gün giderdi, ya da bir gün bir mesafe girerdi araya. Bunu hep bilirdi, hep söylerdi ve bu yüzden anlamı olan insanların sayısı parmaklarının sayısından daha azdı. Bunu hep kabullendiğini düşünmüş ve hatta haklı bulmuştu gidenleri. Ama bunun Alex'e olacağını hiç düşünmemişti. Alex gitmezdi. Alex'in var oluşu doğal bir şey gibiydi. Nefes almak gibi. Alex hep oradaydı, ihtiyacı olduğunda birden beliriyordu. Normal geliyordu ona, dünyanın dönüşü kadar. İhtiyaç ve zorunluluktan doğan bir varlık gibi sonsuzdu. Yoksunluğunu düşünemediği bir şeydi. Ve şimdi nefes alamadığını düşünüyordu. Parçalanmış gibi. Hayatı birden bire çökmüş gibi.
Aslında gerçekten pislikti. Berbat biriydi. Bağımlılıkları olan biriydi. Etrafındaki herkese kolaylıkla zarar verebilen biriydi. Yattığı kızların hiçbirinin adını hatırlamayan biri. Ama bunları umursamamıştı hiç. Bunların gerçek olmadığını biliyordu. Alex'in kim olduğunu ve neler yapabileceğini biliyordu. Ne kadar mükemmel biri olduğunu, sevdiklerini içten içe nasıl koruduğunu, nasıl paylaşmaktan korktuğunu. Yalnız kaldıklarında kabuğunun altındaki yumuşak kısmı görebiliyordu. O tanıdığı en mükemmel insandı sadece bunu örten bazı ufak hataları vardı. Ufak... Her neyse.
Bütün bu iyi özellikleriyle sevdiği adamın, hayatı boyunca deli bir yoğunlukla sevdiği ve birkaç saniyelik aşklarla boğulduğu adamın ardından parçalanmak çok keskindi, canını yakıyordu. İlk defa aslında Alex'i hiç hak etmemiş olabileceğini düşünüyordu ve bütün yaptıklarının cezası olarak görüyordu bunu. O tanıdığı en eğlenceli, en kıvrak zekaya sahip, en yetenekli ve en iyi kalpli insan olabilirdi ve şimdi onu kaybetmiş olmak dünyanın sonu gelmiş gibi düşünmesine neden oluyordu. Daha önce bunu yapmıştı, yani Alex olmasa nasıl biri olacağını düşündüğü olmuştu. Acı çektirmek için değil de tamamen farklı bir gerçekliği düşündüğünde nasıl biri olacağını merak ettiğinden. Eğleniyordu düşündükleriyle. Alex olmasa basit biri olacağını düşünüyordu, yapacağı saçma sapan şeyleri düşünüyordu ve Alex'in varlığına yeniden hayran oluyordu. Bunu bazen kendisiyle ilgili ufak şeylere sinirlendiğinde ya da evde yapacak bir şeyi olmadığında düşündüğü olmuştu. Ve şimdi bunun gerçekliğinin kafasında kurduklarıyla alakası olmadığını görmekten de en az şu an içinde bulunduğu durum kadar nefret ediyordu.
Nanna saçlarını kurutuyordu, havluyu saçlarına sürterken kafasının sağa sola hareket etmesine neden oluyordu, konuşuyordu ve Clem her saniye gözlerinin arkasını tutuşturan o aptal göz yaşlarını daha net hissediyordu. En sonunda, aptal bir işaret yerine geçen 'kedi' sözcüğünden sonra, sanki vücudu satlerdir maruz kaldığı suyu emmiş ve şimdi bu ona fazla geliyormuş gibi ağlamaya başladı. Evden çıktığından beri yaptığı biçimde değildi, hayır. Yani ağlamak istemiyormuş ama göz yaşları kendiliğinden akıyormuş gibi sessiz bir ağlama değildi bu. Kolunu canlı canlı, izleterek kesiyorlarmış gibi yardım istercesine ve yüksek sesli bir ağlamaydı ve Nanna'nın çillerinin bile korkuyla solmasına neden olmuştu. "Özür dilerim." dedi sakin olmaya çalışarak. "Çok ses çıkarıyorum." Bunu söylerken bile 'herkes öldü bana yardım edin kurtarın beni!' diye bağıran bir korku filmi kahramanı gibi ciyak ciyak konuşuyordu oysa. Nanna da karşısında güzel renkli bir tavuk gibi kanat çırparak dönüp duruyordu, ne yapacağını bilmediğini belli edercesine.
Ağlamaktan yorgun düşene kadar çıkardığı sesi engellemeye çalışa çalışa ağladı. Ne kadar olduğunu bilmiyordu. On dakikadır ağlıyor olabilirdi, ya da bir saattir, zaman kavramı yoktu. Sesi kısılıp elini bile kıpırdatamaz hale gelene kadar ağladığını biliyordu sadece, Nanna'yı da üzdüğünü bir de. Ve ona da Alex'e zarar verdiği gibi zarar vereceği düşüncesinden korkarak ağlıyordu. Vücuduna dışarıdan temas eden suyu çoktan dışarı atmış, şimdi kendinde bulunan suyu harcıyorken Nanna onun sakinleşmesini bekliyor, ne yapacağını bilmeden saçlarını okşuyordu. Göz yaşları hafifleyip iç organları çıplak elle vücudundan çıkarılıyormuş gibi sesler çıkarmayı bıraktığında "Daha iyi misin?" diye sorduğunu duydu. Saçma bir soru olduğunun her ikisi de farkındaydı ama Nanna zaten duygusal iyileşme sürecini falan kast etmiyordu, sadece ağlamayı kesip kesmeyeceğini kibar yolla sormuştu. Başını salladı suçlu çocuklar gibi. "Tamam, burada bekle hemen geliyorum." Sanki bir yere gidebilirmiş gibi bir an düşünürcesine baktı kızın yüzüne ve tekrar başını salladı.
İkinci bir düşünce krizine engel olmak için yeniden saymaya başladı ve tam olarak iki yüz on beşte odaya geri döndü Nanna. Dengelemeye çalıştığı bir tepsiyle. Kek ve kahve kokusu kaplayınca odayı bitkin bir gülümsemeyle Nanna'ya baktı. Karşılığında da arkadaşı önüne bir sigara paketi, koca bir tabak dolusu kek ve iki koca kahve fincanını taşıyan tepsiyi sürdü. Ve Clem'in Nanna'yı da üzmekten, Alex'e yaptığı gibi ona da zarar vermekten korkmasına neden oldu istemeden.

Çok bekletme özürü var burada.
Bir de hiç ilerletmemiş olma özürü ama Nanna'ya nasıl yaşadıklarını anlatır ben bilemedim. Tabi ben bile bilmiyosam durumu var azcık ama olsun. Bi de beklediğine değmemiş olmasının özrü. Bi de size öpücük.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Kılenna Günlükleri
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
London Never Sleeps :: c i t y . o f . l o n d on :: The Streets-
Buraya geçin: