London Never Sleeps
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Hoş geldin .
Londra senin için Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri uyumuyor.
Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri buralarda takılmadın.

Aramıza son katılan https://lnsrplay.yetkin-forum.com/u398, Londra'ya hoş geldin!
Sitemiz bir rol oyunu sitesi olduğundan lütfen bu amaçla, Ad Soyad şeklinde kaydolun.
Rol oyununa başlamadan önce Başlangıç Rehberi'ni mutlaka okuyun.
London Never Sleeps toplu konuşma: Chatbox.
Rol oyunu puanlaması için: Tık.

 

 Kaboom!

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Jim Sherwood
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jim Sherwood


Mesaj Sayısı : 51

Kaboom! Empty
MesajKonu: Kaboom!   Kaboom! Icon_minitimePerş. Mart 08, 2012 8:05 pm



En son Jim Sherwood tarafından Salı Nis. 10, 2012 5:22 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Darya Borislava
Oxford I. Sınıf | Opera ve Şan
 Oxford I. Sınıf | Opera ve Şan
Darya Borislava


Mesaj Sayısı : 100

Kaboom! Empty
MesajKonu: Geri: Kaboom!   Kaboom! Icon_minitimeCuma Mart 09, 2012 9:10 pm

Genç kadın elindeki elmayı kısa saplı, kavisli, ince bir meyve bıçağıyla soyarken bir yandan sağ ayağıyla ritim tutmaya devam ediyordu. Ufak dilimleri ufak bir tabağa koyup günün boş işlerini kafasında toparlayarak televizyon karşısındaki geniş koltuğa geçti. Bu koltuk, kenarları köşeli, ladin ağacından yapılma; krem rengi iki parça halindeki keten kumaşla çevriliydi ve minderleriyle beraber neredeyse buraya ilk geldiği zamanlardan beri duruyordu. Ayaklarını öndeki kahve sehpasına uzatarak koltuğun üzerinde iki gece öncesinden bıraktığı kitapta nerede kaldığını bulmaya çalışıyor, bir yandan da dilimleri birer ikişer neredeyse çiğnemeden yutmaya devam ediyordu. Bakır rengine kaçan kızıl saçlarını tepesinde toplamış, sabah uyandığında düzeltme gereği bile duymamıştı. Diğer arkadaşları kısa dönemli tatil dolayısıyla eve gelmeyeli beri evin içinde boş bir aura vardı. Genç kadın kulaklarında bir sesin yokluğunu hissediyor, her ne kadar kabullenmese de ara sıra onları özlüyordu. Şuralarda bir yerde durup çöpe atmadığı elma kabukları için tartışacağı kardeşi ortalıkta yoktu, fakat o iki kız Annush’un yokluğunu neredeyse unutturuyordu. Evin duvarları her saniye üzerinde bir yük oluştururken terliklerini sürüyüp dışarı adım atmak gibi bir niyeti dahi yoktu. Ama yapmalıydı. O bembeyaz ev bu gidişle tımarhane duvarlarına dönüşecekti ve yastıklar da duvarlara kafasını vurmamak için bir yardımcı araç olacaktı. Alkolün yıllarca damarlarının içinde bir çağlayan gibi akıp gitmesine izin vermişti ve tüm bu coşkuya alışan bedeni durulmuş suyu kabul edemiyordu. İçtikçe daha da içesi geliyor ve her seferinden sonuncu bardak konusunda kararsız kalıyordu. Lakin son zamanlarda kararlarını uygulamakta daha radikaldi. En azından kaçıyordu, kaçmak kolaydı en uyduruk eften püften yoldu, yine de işe yarardı.
Sağ elinin biraz uzamış tırnaklarına bakıp saçını karıştırmaya başladı. Henüz temizdi, dün gece duş almıştı –dün gece miydi o? Eh, beş gündür evde durunca böyle kafa karışıklıkları yaşaması gayet normaldi. Altındaki bordo tonlarındaki tayta ve kot şorta dokunmayıp tişörtünü değiştirdi ve saçlarını tokadan kurtarıp tarak darbeleriyle insana benzer bir konuma soktu. Masanın üzerindeki birkaç santimetresi kalmış olan ruju dudaklarına yedirerek sandalyeden sırt çantasını çekti ve birkaç parça eşyayı içine tıktı. Odayı son bir kez kolaçan edip mutfakta sabahtan hazırladığı sandviçi çantaya attı ve dolaptan bir şişe bira çıkarıp çantayı ıslatmaması için ufak bir poşete koydu. Dolabın üst rafından aldığı ve provalardan önce aksatmadan kullandığı balı da farklı bir poşete koyup çantanın minik ön gözüne sıkıştırdı. Çanta epey ağırlaşmıştı. Neyse ki sırtlanması oldukça kolaydı Merdivenlerden ikişer ikişer inip şarap rengi arabasının birkaç kez zorlayınca açılan kapısına yönelmişti. Elbette gelenek bozulmamış ve kapının sistemi tutukluk yapmıştı, birkaç sağ sol hareketle tık sesini duyup yan koltuğa çantasını fırlattı ve Londra’nın epey dışında kalan kasabaya doğru ilerledi. Pencereyi biraz indirip sözleri mırıldanmaya başladı, …And here's to you Mrs. Robinson, Jesus loves you more than you will know, God bless you please Mrs. Robinson, Heaven holds a place for those who pray..
Hayat öyle güzel bir yer değildi, aslında güzeldi de. Şans işi tabi biraz. En azından Darya için tam bir kumar, zarları atıyorsun siyah taraf geldi mi kaybediyorsun beyaz taraf geldi mi kazanıyorsun fakat nedense o zarların altı yüzünden sadece bir tanesi beyaz oluyor. Darya’nın kayıplarının da temel nedeni bu özünde, gayet basitti. O beyaz tarafı çocukluğunda iyi tuttururdu lakin büyüyünce tıpkı hayal gücü gibi zar atma yeteneğini de kaybetmişti. Hayal kuramadıkça gerçekleri onu yiyip bitirmişti. Tıpkı Fergus gibi, tıpkı ona olan lüzumsuz aşkı gibi kirli gerçekler..
Onu düşündüğü her an kontrolünü yitiriyordu ve bu sefer o boğucu havadan çabuk kurtulmalıydı. Pencereyi biraz daha açıp temiz havayı içine çekti, önündeki yol boş olsa da bir şekilde dikkat etmeliydi, önüne bir hayvanın çıkmasından oldukça korkuyordu. Asfalt yoldan biraz daha eski olan yolun olduğu tarafa dönüp kasaba merkezine arabayı park etti ve her zamanki köşesinde duran Richard’a selam vererek arabaya göz kulak olmasını rica etti. Adam olması gerekenden daha iyiydi. Bazen sırf araba gözünün önünde olsun diye dükkanı geç kapatıyordu. Bunun nedenine dair en ufak bir fikri yoktu genç kadının. Belki de yaşlıydı ve şayet inancı varsa daha önceki günahlarını affettirmek için bunu yapıyordu. Kim bilir Darya da bir gün günahlarını affettirecek iyilikler yapabilecek, gerçekten yüzüne gülümsenen biri olabilecekti, tabi belki.
Islık çalarak biraz daha orman tarafına ilerledi ve çantasındaki sandviçe uzanacakken umursamayarak bira şişesine dokundu. Soğuktu, soğuk ve güzeldi.
İlk yudumuyla neşesi yerine gelmişti bile, sırtını ağaca yaslayıp müzik çalarını kulağına taktı ve pratik sınavını umursamayarak –ki umursamama noktası son gece evde bağırışlara kadar aynı olacaktı- biraz keyif yapmaya karar verdi. Kararlarını çabuk değiştirir ve yanlış kararlar alırdı, bu onu pek etkilemezdi dibe vurduğu günü gördükten sonra hataları hayatında yıkıcı etkiler yaratmıyordu. Bu durum elbet düzelmeyeceği anlamına gelmiyordu. Sadece çaba, sıkıcı şeyler ve saçmalıklar..
Başını gökyüzüne kaldırdığında aniden gelen gürültülü patlama sesiyle irkilerek yerinden zıpladı. Çantasını kaparak, birayı göğsüne doğru çekti. İnce bir duman süzülen ve sesin yoğunlaştığı noktaya doğru ilerledi, ağaçlar biraz da seyrekti ve ortada boş bir meydanımsı yer vardı. Bir de herif, bir acayip herif işte. Şu filmlerden kopup gelen türden, insanların karşılaşınca ağızlarını açıp şaşkın şaşkın baktığı bir adam. Çoğu kişi için ürkütücü lakin temelinde komik bir tip.
“Napıyorsun lan? Öhöm, pardon, burası sessiz sakin bir yer. Atom bombası üretmek gibi çılgın fikirlerin varsa git başka yerde yap, görmüyor musun bu kadar temiz bir havayı bulmak için kaç litre benzin harcayıp geliyorum ben. “ Gereksiz bir sinirdi bu, fakat gerekliydi de aslında. Bu adam ne halt yemeye bulunmaz bir ortamı kirletiyordu ki, buranın çocuk sesleriyle filan dolması sorun değildi ama hayattan sağlam bir tokat yemiş kafası iyi gibi görünen bir adam burada olmamalıydı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jim Sherwood
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jim Sherwood


Mesaj Sayısı : 51

Kaboom! Empty
MesajKonu: Geri: Kaboom!   Kaboom! Icon_minitimeC.tesi Mart 10, 2012 4:43 pm

Güzel bir gündü... Kısmen. İşin ne yanından baktığınıza bağlı. Güneş vardı, yani galiba vardı, tozlu koca perdelerin arkasından pek görünmüyordu. Perdenin altından ışık süzüldüğüne göre güneş olmalıydı. Güneş güzeldi. Çok sıcak olunca güzel olmuyordu gerçi. İnsanlar maymunlar gibi terlerken nasıl hala güneşli güne güzel diyebiliyordu ki? Yağmurlu gün güzel olmuyordu ama her gün yağmur yağıyordu. Yağmurlu günleri sevenler için yağmurlu günler güzel sayılır mıydı? Ama onlar güzel bir gün dediklerinde insanlar güneşli gün algılayacaklardı. Bu doğru olmazdı, hayır... O zaman gün maymun gibi terlemeyi sevenler için güzel bir gündü. Şey hani, güneş var ya, ondan. Hani çünkü güneş varsa terlersin ve... Neyse. "Noah!" Deri koltuğunda yayılmış oturan Jim elini çürümüş bacakları olan taburenin üzerindeki kararmış gümüş zile attı ve kulakları çınlayana kadar kulağının dibinde salladı. Zilin sesi eski duvarların arasında çınlarken kırık basamaklı geniş merdivenden aşağı inip mutfakta oturan yaşlı uşak Noah'a ulaştı. Adam zamanında oldukça değerli olan kenarı kırık porselen fincanda kızıl renkli çayını yudumlamaktaydı. Zilin sesini duyduğunda sıkıntıyla iç çekip fincanını bıraktı ve doğruldu. Noah uzun boylu, aşırı cılız bir adamdı, Batman'in uşağı Alfred'e benziyordu bir çok yandan. İnce bıyığını düzeltip üstünü silkti. Adamın hep monoton, ifadesiz bakışları vardı, hiçbir şey hakkında hiçbir fikri yokmuş ya da sizinle bunu paylaşmak istemiyormuş gibi. Jim'in yanında tutabildiği tek kişiydi Noah, çocukken kendisinden birkaç yaş büyük bir uşak çocuğuydu. Babası ailenin kökü ile beraber taşındığında burada, bu evde yaşamaya devam etmişti. Jim hastaneden çıkıp eski evine gelene kadar derme çatma bakımsız malikanede tek başına yaşıyordu. Küçük işlerde çalışıp kuru ekmek ile beslense de evi seviyordu. Bu yüzden Jim'in geri dönüşü en çok Noah'ın işine yaramıştı, adama katlanması ve hizmet etmesi karşılığında taze çay ve sıcak yemek yiyebiliyordu. Yine de bu hastanenin yaptığı bir hata sonucu çıktığına emin olduğu adama katlanmaktan hoşlandığı anlamına gelmiyordu. Noah mutfaktan çıktı, holden uzun bir sırık gibi yürüyerek geçerek merdivenleri çıktı. Eskiden ihtişamlı olan sokak kapısı artık kırılmış olduğundan kapıları gerçek anlamda herkese açıktı ama ne Noah ne Jim bunu umursuyordu, evde çalınacak hiçbir şey olmamasının yanı sıra perili olduğu dedikodusuyla insanları uzak tutuyordu. Kimi akşamlar daha ergenliğe bile girmemiş çocuklar ellerinde fenerlerle eve giriyordu. Noah öyle akşamlarda ortaya çıkmaz, yakındaki karanlık bir odada Jim'in eğlenmesini beklerdi. Jim için eve gelen küçük çocukları korkutmak bir nevi akşam programları izlemek gibiydi. Adamın televizyonu olmadığı için kendi eğlencesini de kendi yaratıyordu. Noah tahtakurtlarına yem olmuş basamakları çıkarken dikkatle ağırlığını basamağın işaretlenmiş yerlerine verdi. Yakında merdivenlerden eser kalmayacağını Jim'e defalarca kez hatırlatıp dursa da Jim'in ev ile ilgili hiçbir şeyi değiştirmeye niyeti yoktu. Merdivenler çürüyüp giderse aşağı inmek için paraşüt kullanacağını söylüyordu, Noah dalga geçtiğini düşünse de koltuğunun altında paraşüt bulundurduğunu öğrenmesiyle adamın gerçek anlamda bunu yapmaya niyetli olduğunu anlamıştı. Noah Jim'in çanının sesini takip etti.

Odadaki her şey çok normaldi. Bıraktığı gibi. Bir şeylerin yeri değişmezdi. Annesi ile babasının geride bıraktığı, kendi eşyalarının en değersizleri vardı evde -ki onlar da milyonlarca dolar eden şeylerdi. Neyse ki ailesi kıymet bilmez insanlardı, bir insanın rahatça yaşayabileceği şeyler bırakmışlardı geride. Ama ilgiden ve bakımdan yoksun mobilyalar zamanla toza dönüşüyordu. Noah evdeki tek uşaktı, bu yüzden temizlik yapmasını beklemek acımasızlık olurdu. Bir de adam yemek ve Jim'in kişisel istekleri altında yeterince eziliyordu zaten. Noah odaya girdi Jim'i her zamanki gibi buldu. "Perdeyi aç, olur mu?" Noah iri perdeleri hızla açtığında perdedeki tozlar havaya atladı ve adamın öksürmesine sebep oldu. Güneş vardı, tahmin ettiği gibi. Çenesini kaşıyıp soru soran bir tonlama ile "Bugün güzel bir gün mü Noah?" diye sordu sadık uşağına. "Evet efendim öyle." Noah her zamanki sıradan tonlamasıyla cevaplamıştı, inandırıcı değil. Bunun güzel bir gün mü kötü mü olduğuna daha sonra karar verecekti. Hızla ayağı kalkıp ellerini birbirine vurdu, sesi coşkuluydu."O zaman dışarı çıkmalıyız! Evimiz güzel günler için fazla kasvetli." Noah Jim'e dönmüş ellerini önünde kenetlemişti. İnce parmakları kuş kapanlarını andırıyordu."Eviniz hep kasvetlidir." "Öyle mi? Bana hep, şey gelmiştir... Huzur dolu." Noah konuşmadı, karşı düşünceleri oldu mu hep susardı. "Hazırlanmalıyım. Arabayı hazırla Noah. Kırsala çıkacağız! Çünkü normal insanlar bunu yapar; çayıra çıkıp inek falan avlar." "İnek mi avlayacağız efendim?" Jim inek avladıklarını düşündü. Kareli bir bere ile, elinde pompalı tutup koşan zavallı inekleri avladığını... Mantıklı değildi. Eğlenceli hiç değil. İnekler için kesinlikle değil. Yıllarını akıl hastanesinde geçirmişti, normal yetişkinlerin gerçekten ne ile meşgul olduğu hakkında bir fikri olmaması doğaldı. Hastanedeki yıllarında incelenme karşılığında kendilerini normal statüsünde gören doktor ve hemşireleri aynı şekilde inceleme fırsatı bulmuştu nitekim dışarıda, duvarların arkasında, eğlenmek için ne yaptıklarını hiç sorgulamamıştı. İnek avlıyorlarsa inek avlamak istemiyordu. Hem onun daha eğlenceli işleri vardı. "Hayır, inek avlamayacağız. Gramofonu al." Noah bunun ne demek olduğunu biliyordu. İç geçirip kafa salladı ve Jim'i hazırlanmak için özgür bıraktı.

---

"Nih hi hiii, hoh hoooo! Şunu gördün mü?! Gördün! Gördüün!" Jim hoplayıp sıçrarken düşmesin diye silindir şapkasını tutuyordu. Heyecandan ve mutluluktan delirmiş gibi etrafında dönerken elindeki tadı sıvı şekere benzeyen yeşil renkli kokteyl içkisinden büyük bir yudum aldı. Noah yanında her zamanki monoton ifadesiyle gramofonu tutuyordu. Gramafondan yükselen Bach'ın crescendosunun arasında Jim ayaklarının dibindeki çuvaldan yeni bir sabun aldığında Noah göz ucuyla işverenine baktı. "Efendim, sanırım arabada beklemeliyim. Orta kulak." Noah'ın aşırı uzun boyu sebebiyle denge sorunu vardı ve patlamalı bu eylemden ne zaman sıkılsa bunu bahane ederdi. Jim ona bakmadan hızla kafa salladığında Noah gramofonu çimenin üzerine bırakıp küçük tepecikten geriye, eski model siyah hackney carriage model arabalarına yürüdü. Sanki onun gidişini bekliyormuş gibi yerini kadın sesi doldurdu. Jim bitmek üzere olan kokteylden son bir yudum alıp bardağı yere, içkinin kenarına attı. Kızı gördükten sonra gördüğüne emin olmak için daire 'patlama gözlükleri'ni çıkarıp tekrar baktı. Kirin, isin ve patlamada sıçrayan çamurun ardından verdiği karar doğruydu, gerçekten de duyduğu bir kuşun sesi değil, kızın sesiydi. Sözleri duymamıştı gerçi, o an sadece küçük deneyine bir çift gözün seyirci kaldığımı düşünüyordu. Muhteşem! Normal insanın olumlu kararına ihtiyacı vardı. "Çok güzel! Mükemmel! İnanılmaz! Tam aradığım şey!" Küçük bayırın tepesinden koşarak aşağı inmiş Darya'nın elini yakalayıp onu tepenin üstüne sürüklemeye başlamıştı. "Gel tavşanım. Benimle bir şeyler iç." Tümseğin tepesine çıkıp yerdeki Noah'a ait temiz bardağı Darya'nın eline sıkıştırdı. Kendini çok hareketli hissediyordu, hızla madenci gözlüğünü gözüne indirip yeşil şişeyi abartılı bir kol hareketiyle açtı ve yine aynı şekilde Darya'nın bardağına koyduktan sonra diğer elindeki sabunu uzağa fırlatıp Darya'nın kulağını kapatıp sırıttı. Boğuk patlama ellerinin arkasından duyulduğunda kıkırdadı ve içkisini yudumladı. Çok eğleniyordu, güneş ya da yağmur fark etmez, güzel bir gündü.




Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Darya Borislava
Oxford I. Sınıf | Opera ve Şan
 Oxford I. Sınıf | Opera ve Şan
Darya Borislava


Mesaj Sayısı : 100

Kaboom! Empty
MesajKonu: Geri: Kaboom!   Kaboom! Icon_minitimePtsi Mart 12, 2012 3:26 pm

Dudaklarını aralayarak adamın eylemlerine seyirci kaldı. Gerçekten de bir çılgınla karşı karşıyaydı. Nice adamlar görmüştü, ilginç kıyafetler giyer yerinde duramazdı, içip içip çeşitli danslar sergilerdi. Hepsinden öte soyunanlar olurdu, o halde yağmur altında dolaşan ve kısa süre içerisinde durdurulan bir dolu normal dışı insan. Hepsinin böyle olması için bir sebep vardı, ya alkol ya da uyuştururcu. Tetikleyici madde gerekirdi yani. Barmaid olduğu zamanları hatırlayınca bu adamların yüzleri tek tek aklına gelmişti. Onları özlediğini fark etti, normal insanların arasında yaşamak bazen sıkıcıydı. O çılgınlıkları kahkahalar atarak izleyememek tekdüze bir hayattan ibaretti. Gerçi bir teraziye koyduğunda net bir sonuca ulaşamıyordu fakat bu pek de önemli değildi. İşte, kafası normaldi, hayatı normaldi ve hala eğlenebiliyordu. Etrafta komik bir şeyler vardı, o da şeydi—adı neydi?
“Gel tavşanım. Benimle bir şeyler iç." Adını sormayı düşünürken adamın teklifiyle afalladı, teklif değil de teklifteki o kelimeye, tavşana. Genç kadın tavşana pek benzemiyordu. Gerçi küçükken Louise denen kız annesinin ona hamileyken çok fazla havuç yediğini ve bu yüzden kızıl –aslında turuncu saçlı olduğunu söylerdi. Bu oldukça sinir bozucuydu, kız düpedüz annesine tavşan demişti. Tabi bu olayın ardından Darya, kızın yaptığı kartondan ödevin üzerine su döküp bütün boyalarını ve formunu yok etmişti. O zamanlar aralarında büyük bir kin olduğuna elbet şüphe yoktu. Yediği azarı hala unutmuyordu, sanki suçlu kendisiymiş gibi davranmışlardı, Louise’in söyledikleri dikkate bile alınmadan karar vermişlerdi: Git özür dile ve yeni ödev için o sürtüğe yardım et. Hayat ufacık bir çocukken de adaletsizdi.
“Tavşan? Kafamda kocaman kulaklar ve kalçamda bir ponpon gördüysen söyleyebilirdin. Gerçi.. İnanmazdım da sana.” Durdu ve yüzünde şaşkın bir surat ifadesiyle sorularına cevap vermemesini seyretmeye devam etti. Ciddi anlamda sorularının hiçbirini umursamıyordu adam hatta kendi kendine kurduğu dünyada Darya’yı çay içen oyuncak bebeklerinden biri yapmıştı bile. “Du-dur bir dakika lan dursana. Takip edemiyorum seni!” Eline uzatılan bardağa umursamazca bakıp sıvıyı k9 köpeği gibi koklamaya başladı. Fena bir şeye benzemiyordu fakat adamın hal ve tavırları hiçbir güven verici özellik taşımıyordu. “Bunu içmem ben, biram var. Ne biliyim içine beni patlatacak bir şey koymadığını. Yani böyle boom diye patlamaktan korkuyorum, al şu şeyi als—“ Adam ellerini sıkıcı kulağına tıkadığında panikleyerek istemsiz ufak bir çığlık attı. Aslında fena değildi, boğazında bir rahatlık hissetmişti. Nedenini bilmeyerek gülmeye başladı kahkahalarına adamın da eşlik ettiğini fark etti. Adamın elindeki bardağı çekip kendisiyle değiştirdi ve tadına baktı, neydi ki bu? Biliyordu, ya da bilmiyordu. Uzun zamandır bira dışında bir şey içmemişti artık var olan her şeyi birbirine karıştırabilirdi. Bardağı yere bırakıp olduğu yere çöktü ve kalan birkaç ince dumanı seyretti. Hoştu aslında. Adamı inanılmaz gibi eğlendiriyordu, bir buluş yapmış gibiydi sanki gerçekten dünyanın buna ihtiyacı vardı, bir başarının coşkulu sevincini izleyen milyonlarca seyirciden biriydi Darya. Adamın alnına düşen kavisli saçları, yüz ifadesine ayrı bir aura katıyordu. Bir erkek için yeterli derecede vücut hatları ve ruh dünyası hakkında fikir veren iri gözleriyle insanı bir şekilde kendine çekiyordu, çekip gidemiyordu Darya bu herifin yanından.
Çantasını omuzlarından çıkarıp sağ tarafına dik pozisyonda yerleştirdi. Ayaklarını uzattı ve avuç içlerini yere doğru bastırıp başını arkaya doğru attı, saçları yer çekiminin etkisiyle geriye doğru savrulmuş, çilleri güneş ışığının etkisiyle biraz daha belirginleşmişti. “Hadi hareket etmeyi bırak da dinlen biraz.” dedi ve adamı pantolonundan çekiştirdi hatta biraz daha asılmaya devam ederse pantolonunun paçasını yırtacaktı.
Gökyüzündeki açık mavi perdeyi incelediğinde aklına çocukluk yıllarında öğrendiği gezegenler geldi, sanki her akşam bu perdeyi açıp bir tiyatro gösterisi yapıyorlardı. Venüs güzelliğini tüm ayrıntılarına kadar sergilerken Mars ciddi duruşunu korumaya devam ediyordu. Sahi Mars’ta hala suyu bulamamış mıydı zeki ve gözlüklü adamlar? Güzel soruydu, bunu bir ara mutlaka araştıracaktı. Kafasındaki gezegenler sahnesini bozmadan diğerlerine göz gezdirdi. Uranüs hep masmaviydi, tıpkı bir boncuk gibi parlıyordu sahnenin uç noktalarında. Satürn gerçek bir kraliçeydi ve tacının parıltısı göz kamaştırıcıydı, bir an olsun ilgiyi kaybetmek istemiyordu edalı kraliçemiz. Merkür’ün o sıcak tavırları ve Güneş’le olan yakın ilişkisi gözden kaçmayacak gibi değildi. Jüpiter devasa görüntüsüyle bir aile babasını andırıyordu. Sanki en ufak bir düşman gelse bütün gezegenleri kollarının içine alıp koruyacaktı ve zorluklara karşı göğüs gerecekti. Belki de diğer gezegenler Güneş ve jüpiter’in çocuklarıydı da bunu Dünya’ya söylemiyorlardı. Gerçi Darya’ya göre hepsi Dünya’yı kıskanıyordu. Sonuçta içinde bir sürü şey vardı, Dünya her an mucizevi bir taş olarak görülüyordu içinde yaşayan pirinç tanesi boyutunda insanların bakış açısıyla. Elinde teleskopu olanlar için fena sahne değildi gökyüzü. Nitekim eğlenceli bile olabilirdi. Yanında duran kim olduğu belirsiz adama doğru çevirdi başını. Kim bilir gökyüzüne baktığında o ne düşünüyordu? Belki Van Gogh gibi değişik şeyler görüyordu, onun için de bambaşkaydı gökyüzü ve yıldızlar. Her biri arasında sadece onun görebildiği bağlantılar vardı, belki yıldız tozlarından büyükçe halatlar belki de incecik ipler. Sahi yıldızlar diyince sahnenin dekoru geldi aklına, kocaman ışık topları öylesine ufak görünüyordu ki genç kadın elini uzattığında onlardan birini avuçlayabileceğini düşünmüştü. Hatta tutup bir kavanozun içine koysa kendine şirin bir gece lambası elde edebilirdi. Tabi hayal bunlar, gerçekle karşılaştırılınca hep gidilmek istenen lakin bir adım bile yaklaşılamayan apayrı bir evren. Durup gülümsedi. Hoşuna gitmişti burada olmak.
“Şey, bu arada ben Darya, tavşan deme bundan sonra Bay— Bomberman!! Adın neydi harbi?” Tekrar gülümsedi, adamın surat ifadesi onu eğlendiriyordu. Kalkıp dans edebilirdi sabunlarıyla beraber. Ya da genç kadının az önce bıraktığı bira şişesini bir saksı çiçeğe döküp onu büyütmeye çalışabilirdi. Belki bir anda kalkıp koşardı ve bir saat boyunca Darya orada öylece beklerdi. Hiç düşünülmeyen şeyler olurdu, hayat hayatının dışındayken güzeldi çünkü. Gerçek olmadığını hissettiğin an mükemmeldi, soyutlaştığı an arzu doluydu. İçkiden bir yudum daha alıp bardağı kenara bıraktı. “Ee, bu kadar az gösterisi olan bir adamı kim ne yapsın görüp görebileceğim sadece bu mu?” Daha fazlasını istemiyordu, sadece onun hayal gücünü sınamıştı. Jim’le olmak birkaç dakikalığına bile komikti, eski aşklarıyla eski arkadaşlarıyla olmaktan çok daha endişesizdi. Tezatlık işte.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jim Sherwood
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jim Sherwood


Mesaj Sayısı : 51

Kaboom! Empty
MesajKonu: Geri: Kaboom!   Kaboom! Icon_minitimeSalı Nis. 10, 2012 9:44 pm

Küçük el paçasından tutup onu yere oturmaya teşvik edercesine çekiştirince, gerçi pantolonun paçasını yırtmaya çalışıyor da olabilirdi asılma şiddetine bakılırsa, Jim uysal bir köpek yavrusu gibi isteneni yerine getirmek amacıyla harekete geçti. Kendini çimenlerin üzerine bırakırken. Elindeki içi az da olsa yeşil sıvı dolu içki bardağı,oturuşuyla beraber içinde bir çeşit kasırga kopmuşçasına sarsıldı ve yapışkan içkinin parmaklarına bulaşmasına sebep oldu. Jim umursamamıştı, elindeki şişeyi ve bardağı çimene bırakıp parmaklarını yaladı. Gramafondan huzurlu bir Erik Satie parçası yükseliyordu. Baş parmağıyla şapkasını kaldırıp oksijeni ciğerlerine çekti. Ne yazık ki insan oğlunun kalanına kıyasla pürüzsüz günlere özgü bebek mavisi gökyüzü ona başka şeyler hatırlatıyordu:

' Koridordan sesler duyulur. Hep aynı saatlerde. Güneş yok. Gökyüzü yok. Küçük pencereden içeri giren bir gıdım ışık bile yok, pencere de olmadığından... Sadece florasan. Göz yoran, uyumanın o ışık altında etrafa bakmaktansa daha mantıklı olduğunu söyleren yapay ışık. Gerçi komik, bu duvarlar arasında mantık bulamazdınız. Doktorlarda bile. Buna rağmen huzurlu olduğunu söylerlerdi. Elbette, elektrik şoku verilirken ağızlıklarında kalıcı diş izleri bırakan zavallılardan, doktorların kolları arasında debelenip sizi öldüreceğini haykıran hastalardan daha huzurlu bir şey düşünülemez. Binanın etrafını örten yaşlı çınarlar sadece kamuflajdı. Diğerleri gibi olamadıkları için getirdiğiniz yakınlarınızın iyi olacaklarını düşünüp vicdanınızı rahatlatmanızı sağlıyorlardı. Zekice. Bana gelirsek... Ben deli değilim. Bunu dediğiniz anda size gülüp inanmaz bir edayla onaylayan insanlar görürsünüz. Gerçekten, değilim. Değildim, daha doğrusu. İki sene geçti. Bu fare yuvasında kalan herkes eninde sonunda delirir. Doktorların sevdiği kısım da bu, hiçbir zaman yanlış adamı içeri aldıklarını söyleyemezsiniz, ne de olsa birkaç sene verirseniz hastadan başka bir şey olamazlar. Geliş sebebim intihara teşebbüs gibi basit bir şey değil, bunun farkındayım. Birini öldürdüm ama yanlışlıkla. Deli olduğum için değil, delice davrandığım için. Aralarında bir çizgi var bu ikilinin. Buradan çıkamayacakmışım gibi hissediyorum. Zamanımı insanları inceleyerek geçirebiliyorum en azından. Düşündükleri, hissettikleri, her şeyleri suratlarına yazılmış oluyor. Hareketlerine. Bakışlarına. Benimle ilgilenene asıl doktor delinin teki olmasam başarılı bir psikiyatrist olduğumu söylemişti. Ona ikisinin aynı şey olduğunu söylemiştim. Gülmüştü, burnundan garip bir ses çıkararak alaycılıkla güler. Sinir bozucu. Her neyse, ne diyordum? Koridordan sesler duyulur. Hep aynı saatlerde. Kafamı kaldırıp florasanın yaktığı gözlerimi aralamıştım. Sesler geliyordu, iki senenin ardından kime ait olduklarını anlayabiliyorsunuz. "Ölmüş mü?" "Evet, bozuk para yutmuş." Duygudan yoksunlar. Burada ölümler şaşırtıcı derecede çok olur. Doktor dikkatsizliğine yorabiliriz ama suçu intihar meyillisi hastalara yormamak haksızlık olacaktır. "Yazık, Bridge iyi adamdı." İyi adamdı, ne demezsiniz. Bridge, tam adıyla Charles Bridge, çocuklarını ve karısını öldürmüş, kendini öldürmeden önce yakayı ele vermiş yaşlı bunak. Benden çok daha uzun süre burada ama rekorunu geçebilirim, ne de olsa sadece yirmi yaşındayım. Kapı açıldığında iki doktor içeri girmişti. Açık mavi önlükler. Biri bunun huzurlu olduğunu savunmuş olmalı zamanında. Ne deli saçması bir düşünce. "Gel Jimmy." dedi tatlı sesli, ekşi suratlı kadın. Kadının böyle dinlendirici konuşup böyle kötü bakması tüyler ürpertici, size söylüyorum. Adam kıs kıs gülüyordu. "Köpeğin aşı vakti." dedi asker tıraşlı, koyu tenli arkadaşımız. Tobey adı. Tobey ve Stacey. İkisinin her çarşamba, süpürge dolabında seviştiğini bilmek için psikolojik analizlerle uğraşmama gerek yoktu. Beni götürdükleri yerden nefret ediyorum. Kolonya kokuyor. Köşede abuk subuk tüpler, şırıngalar... Gümüş tepsiye konmaları onları daha insancıl göstermiyor, üzgünüm. Sakinleştiriciler. Sanki kaçmaya çalışacakmışım gibi. Ama prosedür lafına bayılıyorlar. Zamanında bir hastaya güvenmişler ve puf! Kaçmış. Yangın çıkarıp insanları öldürmeyi sevdiğimi düşündükleri için korkuyor olmalılar. Sizi kayışla bir koltuğa bağlıyorlar. Prosedür. Kayışları kollarınızdaki damarlar kabarana kadar sıkıyorlar. Prosedür. Ucu sivri bir iğne çıkarıyorlar yandan, bu sırada koltuğunuz sertçe geri itiliyor. Prosedür. Koca bir el alnınıza inip başınızı koltuğa yapıştırıyor. Prosedür. İğne kolunuza giriyor, soğuk bir sıvı bırakıyor damarlarınıza, yatağını döllemek isteyen spermler gibi. Bütün bu sert tavırlar doktoru ısırmayın, tırmalamayın, doktorun boynunu tek bir hamlede kırmayın diye yapılıyor. Ama insanlar buranın huzurlu olduğunu söyler. Ben deliyim ya, siz inanmayın bana, gidin onlara inanın. Beni her sakinleştirici etkinliğinden sonra çuval gibi fırlatırlardı küçücük bir odaya. Fırlatmak acımasızca oldu, kabul ediyorum, ama öyle bir halde salarlardı ki boş bir çuval gibi düşmediğim zaman olmazdı. Orada, yerde yatarken demir sürgülü kapının kapandığını duyardım. Kendime geldiğimde çılgına döneceğimi bilirdim, o doktorların sürüklediği hastalardan farkım yoktu ki. Güvenlik için derlerdi bu odaya kapama işi için. Kimin güvenliği bilmiyorum ama kafasının içine hapsolmuş bir adamı yeniden kapatmak sağlıklı olmamalı. Yarı baygın yatarken tavanı izlerdim. Açık maviydi, gökyüzü renginde. Ve yer yer alçıları gözükürdü, bulutlar gibi görünen alçıları. '

Jim solan yüzünü gökyüzünden koparıp şişeden içti içkisini. Bardağındaki bitmişti ne de olsa. Aniden Darya'ya dönmüş, yüksek sesle burnunu çekmişti. "Deli biriyle normal birini ayıran nedir biliyor musun? Deliler o an hissettikleri duyguyu çok yoğun hissederler. O kadar yoğun hissederler ki başka hiçbir şeyi düşünemez hale gelirler. Normal insan bunu anlayamaz. O an korku varsa daha önce hiç korkmadığı gibi korkar, sevgi varsa o kadar deli severler ki saldırganlaşabilirler bile. Çünkü deliler, delil-- Sen ne demiştin? İsim! Evet, ismim Frederich. Frederich Lakadiwalla. Ve görüp görebileceğim demiştin sanırım. Ne gördün ki?!" Pantolonunu ellerken nefesini bıraktı. "Oh, fermuarım kapalı. Bir an görmemen gereken bir şey gördün sandım. Unutabiliyorum. Bazen. Hey hey hey!" Konudan konuya atlarken aniden heyecan belirtisi gösteriyor, aniden konuşmaya olan iştahını kaybedebiliyordu. "Farelere ateş etmek ister misin? Ya da, ya da, şey yapabiliriz... İnsanlar normalde ne yapar? Bence insanlara ateş etmek daha zevkli olabilir ama buna izin vermiyorlar. " Sabunları atmış olduğu yerden yükselen dumanlar güçsüzleşmeye başlamıştı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Darya Borislava
Oxford I. Sınıf | Opera ve Şan
 Oxford I. Sınıf | Opera ve Şan
Darya Borislava


Mesaj Sayısı : 100

Kaboom! Empty
MesajKonu: Geri: Kaboom!   Kaboom! Icon_minitimeÇarş. Nis. 11, 2012 5:55 pm

“Hı ne? Fred, sana Fred diyebilirim öyle değil mi?” Aslında gereksiz bir soruydu, fakat bazı insanlar isimlerinin türevlerini pek hoş karşılamıyordu. Bunu bir aşağılama olarak görüyor, hatta aksini söyleyene karşı uzaylı tavrı sergiliyordu. “Sorun değil, herkes unutur. Aslında unutmadın da. Unutsan da önemli değildi, yani her neyse.” Tepkileri ilginç olan biriyle konuşmak zordu, bir kelime sonrasını hesap edemiyordun. Abc dedikten sonra g diyebilirlerdi. Belki de farklı insanları bizden ayıran tek şey ani hareketleri değildi, onlar bambaşkaydı. Daha ötedeydi, korkulacak şeyler değillerdi elbet. Sonuçta bir şekilde aramızdaydı hepsi.
Bir de filozofların deli olduğu iddia edilir. Her sözcüğü çok iyi işledikleri ve aslında bunun üstün zekanın verdiği bir delilikle insanlara yansıdığı lanse edilir. Bu ölçüte bakılacak olursa Fred denen adam bir deli değildi, çünkü filozof da değildi, bir kere söylediğinde Darya dahi anlayabiliyordu herifi. Hayır, genç kadın bir aptal değildi. Filozofun bahsettiği gibi şeyleri anlamak için hayatı daha derin yaşamalıydı belki de, hepsi bu. Oysa hayatı müzikten ve flaştan ibaretti. Evet, müzik bazen yeteri kadar para kazandırmıyordu, belki de öğrenim hayatını daha uzun tutmalıydı. İyi bir grupta, belki biraz daha hayal kursa müzikallerde yer alabilirdi. Eh, ülke çapında tanınmayınca pek de bir yere gelemiyordu insan. Hayatından şikayetçi olduğu söylenemezdi, yarı profesyonel gruplara solistlik yapmak ve haftada bir sabit mekanda söylemek onun için büyük bir şanstı. Buna, sahip olduğu fiziksel özellikleri de etki ediyordu, estetik önemliydi değil mi? Müzik dışında modellik de epey kazançlı bir alandı, tamam süper bir model olduğu söylenemezdi fakat çilleri ve kızıl saçları onu diğerlerinden ayırması konusunda iyi bir avantajdı.

Gülümsedi, hani şu gereksiz ve salakça olanından. Yapacak hiçbir şeyin olmamasının verdiği huzurla karışık boşluk hissiydi bu. Ellerini çimlerin üzerinde gezindirdi birkaç saniye. Sahi, Rusya gibiydi elleri, her düşündüğünde aklına beyazı getiren, üşümeyi getiren, tanımadığı geniş ailesini getiren belki kar renginde belki süt renginde belki pamuk renginde bir beyaz. Evet, merak ediyordu, hayatını bu koca ülkede mi geçirmek isterdi yoksa binbir türlü insanın olduğu İngiltere’de mi? Alışkanlıklarını terk edebilir miydi amaçları için, ya da boş insanlar gibi umursamadan öleceği günü mü beklerdi? Kararsız ve şaşkındı, düşüncelerinde asla tutarlı olamamış hep bir ikilemin sıkıştırılan iplerinin arasında kalmıştı, canının acıdığını umursamadan ne de olsa yaşıyorum düşüncesiyle kendisi hakkında bir gelecek planı bile çizmemişti. Az sonra ne olurdu? Sever miydi nefret mi ederdi, yoksa yine duygusuz bir hayatın pençesinde hiçbir şeyi fark etmeden takvimin yapraklarının sararmasını mı beklerdi? Soru işaretlerini topladığında içinden çıkılmaz bir imtihana girmiş gibiydi, tırnakları adeta kemirilmeyi bekliyordu, zarif vücut hatları ara sıra kasılıyor ve bunları sadece birkaç saniye içinde yaşayıp, düşünmeyi unuttuğu hayatına yeniden dönüyordu. Diyordu ki kendi kendine, yıllar sonra yalnız bir kadın olarak kalacağımı biliyorum, kimsenin yüzüme bakmak bile istemeyeceği günlerin bir şekilde geleceğini biliyorum, insanların güzel olduğumu söylediği her lanet gün çirkinleşmeye bir adım daha yaklaştığımı biliyorum, ve yine biliyorum ki küçücük bir bebekken belki görünmeyen kirpiklerim ve kaşlarım varken çirkin bir bebektim fakat hiçbir zaman o kadar saf olmayacağım, şimdi yüzümün ardında sadece hatalar yapmış bir kadın var. Güzellik ölmüş, geriye Nietzsche’nin ipsiz sapsız yaratıkları kalmış belki de.

“İnsanları vuramayız elbette, vücudunda delikler açılması hoşuna gider miydi Fred? Bi kere en basitinden önden baktığında arkan görünür eğer o delikle yaşarsan. Ayrıca doktorlar içini yarıp ne girdiyse çıkarmaya çalışır, o sırada vücudunu mıncıklarlar, doktorları hiç sevmem. Her şeyden para isterler, sürekli test yaparlar ve bilmiş bilmiş o kağıtlara bakarlar, sonra da hastaymışsın şunu içmeliymişsin fil--” Durdu. “Unut gitsin doktorları. İnsanlar.. İnsanlar ne yapar ki, yer içer sıçar yatar bazen sevişir, sonra yine yemeye devam eder. Ama biz ne olursa olsun fareleri öldürmeyelim.” Ne yapacaklarına dair bir fikir bulmaya çalışırken, çantasına uzanıp içindeki pakedi çıkardı. Canı fena halde çekmişti çirkin şeyi. Bunu bir şekilde bırakmalıydı, belki pazartesi. “İstiyor musun?” diyerek elindekini uzattı. Bu paylaşımcılığın kaynağını bilmese de otlakçı bir hava sezmediği herif sigarasından alabilirdi.
Temiz havaya bıraktığı grimsi tozun yarattığı şekli gözlerinin ucuyla takip edip başını sağ tarafa doğru yatırdı. Gramafonu değerli bir şeymişcesine inceleyip müziği içine çekti. İşini biliyordu adam, tamam normal değildi ama birçok insandan üstündü. Aslında gideri de va—İnsanlar hakkında böyle konuşmayı kesmeliydi. “Bak şimdi, ne yapacağım.” Dedi ve içki şişesini bıraktıkları yerden aldı. Adamın bardağını da çeviklikle kapıp iki bardağı dikkatli bir biçimde yan yana koydu. Ufaklardı ve ağızları genişti, tam aradığı gibi. Şişedeki içkiyi profesyonel bir barmaid edasında bardaklara tepelemesine doldurdu. Bardakların ince saplarını serçe parmağıyla yüzük parmağı arasına sıkıştırıp dudaklarına doğru götürdü ve ağzını iki yana doğru yaydı. İlk yudumla beraber aniden elini çekip bardakların ince camını dişleriyle sıkıca tuttu. Çenesinden akıtmadan içebiliyordu ve bu ona manasız bir zevk veriyordu. İçkinin ağırlığıyla dayanamayıp bardakların hemen hemen yarısını bitirdiğinde elleriyle bardakları tekrar tuttu. Dili yardımıyla dudaklarını birkaç defa silip sağ elini yumruk şeklinde havaya kaldırdı. Evet, bunun adı sevinç gösterisiydi “Bunu denemek için başta su kullan çünkü çoğunu dökeceksin, üç bardaklısını da yapabilirim ama ağızları fazla geniş.” O sırada bıraktığı sigarayı fark edip ani bir şekilde küllere saldırdı. En azından bir yerine yakmamıştı, ama ziyan etmişti güzelim şeyi.
“Bir sürü bardağın ve şişelerin olsaydı sana ateş çıkan değişik şeyler yapabilirim, senin gibi patlatamıyorum ama kocaman ateşler çıkarmayı öğrendim. Bir de havada şişeleri çeviriyorum ama en fazla üç tane. Aaa, bir de şarkı söylerim. Neredeyse her şarkıyı!” Gayriresmi bir CV hazırlamaya dönmüştü iş. Adamın mimikleri komikti, Darya bunları birer aferin olarak görüp mutlu oluyordu. Sırıtmaya devam etti, akşam olmamasını diliyordu. Hani şu masallardaki gibi bir günde yüz tane olayın olmasını diliyordu, çünkü güzeldi. Fergus’un ardından ilk kez bu kadar eğlendiğini hissediyordu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jim Sherwood
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jim Sherwood


Mesaj Sayısı : 51

Kaboom! Empty
MesajKonu: Geri: Kaboom!   Kaboom! Icon_minitimeÇarş. Nis. 25, 2012 9:26 pm

İnsanları vuramayacaklarını söylemesi Jim'in surat asmasına sebep oldu. İnsanları vurmanın kulağa kötü geldiğini biliyordu ama insanların keyif için yaşanması gerektiğini söylerken kısıtlamalar koyması fikrinin anlamsızlığını düşünmeden edemiyordu. Doktorlar bunun bir sorun olduğunu söylemişlerdi, Jim'de neyin yanlış olduğunu anlama problemi vardı. Onun için kullanılmayan bir fişi yakmakla çalıların arasında uyuyan birini yakmak aynı şeydi. Kendini suçlu görmüyordu, diğerlerinin aksine hastaneye götürülmeden önceki akşam da görmemişti. Yanan adamın etinin kokusunu hatırlıyordu, bunun kendisini ne kadar rahatsız ettiğini. Bir zamanlar şimdi olduğu kişi olmadığını kanıtlayan tek şey bu geçmiş rahatsızlık duygusuydu. O gece bütün bunları nasıl yapabildiğini söylemesiyle cezaevinden kurtulup pek de farkı olmayan akıl hastanesine gönderilmişti. Annesinin timsah gözyaşlarını da hatırlıyordu. Bunun haricinde ateşin sıcaklığı hariç hatırladığı hiçbir şey yoktu. Hiç. Sonrasında tedavi adı altında durumu çok daha kötüye gitmişti. Önceden istese çıkabilirdi, çıkmak zor değildi. Ama aklınızın size oyunlar oynamaya başlamasıyla normallikten korkmaya başlarsanız... Jim o kötü yaşam standartlarını dış dünyanın bilinmezliğine tercih etmişti çok uzun süre. En azından onca deli insan arasında normal olan benim diyebiliyordu. Doktorlarla dalga geçiyor, hastaları inceleyip kendi çağında doktorculuk oynuyordu. Sonunda hayatının böyle devam etmemesi gerektiğine karar verdiğinde, bunun için on sene geçmesi gerekmişti, usta bir rol kesip bunak komşunuzdan çok daha aklı başında biri olduğunu kanıtlamıştı. Yine de Darya delikli yaşamanın kötülüklerinden bahsederken bile yoldan geçen insanlara büyükbabasının altı patlar silahıyla ateş etmenin eğlenceli olabileceğini düşünüyordu. Doktorlar, diye mırıldandı Darya aralıksız doktorlardan bahsederken. Beyaz önlüklerinin içine giriverdiler mi kendilerini hastaların Tanrısı sanırlardı. Hep yeni bir mücadele peşindeydiler. Duygusal anlamda çökmemek adına hastaları insanlar olarak değil et yığınları olarak gördüklerinden şüphelenirdi Jim. Biri öldü mü umurlarında olmazdı, buzdolabında aylardır duran çürük meyveyi çöpe atar gibi duygusuzca hastalardan kurtulur ve ellerini bulaştırabilecekleri yeni et yığınına odaklanırlardı. Önemli olan kim olduğunuz değil neyiniz olduğuydu. Bu Jim'i biraz daha rahatlatmalıydı belki de fakat aksine Jim doktorların yanında normal olan taraf kendisiymiş gibi hissediyordu. Onca zaman boyunca tek muhatabı olmalarından olsa gerek. Ama insanlar gerçekten garipti. On senede kaçırdığı bütün herşeyi öğrenmeye çalışırken bu karara varmıştı. Normal olduğunu iddia edip saçma sapan şeyler yapıyorlardı. Kızarmış patates kabuğu yemek gibi. Jim birkaç ayını dergilere kapanıp olan biteni öğrenmeye harcamış, bu uğurda milyonlarca iğrenç grubun parçasını da dinlemek zorunda bırakılmıştı. Gerçekten de Darya'nın dediği gibi işleri güçleri yiyip içip sıçıp sevişmekten geçiyordu. Yeme, içme ve sıçma fasılları kendisi için de geçerliydi ama sevişme... O kısım başlamadan bitmiş denebilirdi. Gördüğü tek çıplak kadın hastanedeki soyunma saplantılı tedavi aşamasındaki seks bağımlısı Prudie idi. Hastanede bu da alay konularından biriydi ama on sekizinizdeyseniz ve hastaneye kapatılmadan evvelki sevgiliniz işleri ağırdan almaktan yanaysa pek fırsatınız olmuyordu.

Kendisine uzatılan sigara paketine baktı kalkık kaşının altından. Kafasını iki yana sallarken saçları savrulmuştu. Ağzını açtı ve dilini çıkarıp dilinin üzerindeki krem renkli yuvarlak bandı işaret etti. "Hayır, teşekkürler küçük tavşanım. Nikotin bandım var." Hastane ile hapishane arasında bir ortak yan daha vardı, sigara için mücadele etmeliydiniz. Jim sigaraya başladığında on beş yaşındaydı. Bir şeye başladıysanız sırf bir yerde kapana kısıldınız diye bırakamıyordunuz. Jim için bir çeşit Açlık Oyunları başlamıştı, kitabı iki gün önce çağa ayak uydurmak adına okumuş ama yetersiz bulmuştu. Doktorların iletişim amaçlı herkesi bahçe avlusuna topladığı günlerde masum görünen kart oyunları aslında öteberi toplama amaçlı dönen kumardan başka bir şey değildi. Bu şekilde sigara, çakmak, ataç, düğme, pet şişe kapağı gibi şeyleri alabiliyordunuz. Deliler için bir bilye bile kainatı içinde bulundurabilir. Jim ateşle oynama konusunda etiketlendiğinden ötürü çakmak bulma işinde oldukça zorlanmıştı. Nikotin bantları daha güzeldi. Koluna takabilirdi ama hastanedeyken bantları gören hemşirelerce sorguya çekilmek istemiyordu. Eski alışkanlık olmuştu dile damağa yapışan bantçıklar.

Kız, ismini şimdiden unutmuştu, içkiyi alışılmadık bir şekilde içerken Jim'in gülümsemesi genişledi. Kızıl saçlı kız sıra dışıydı ve bu fazlasıyla... Şekerdi. Kendini normal hissediyordu. Daha insani. Eskisi gibi. Eskiden nasıl hissettiğini hatırlamıyordu ama böyle olmalıydı. "Bana kendini anlat. Sen, nelerden hoşlanırsın? Ne diyordu, hobilerin? Hobi miydi... Ehem, şey, anlat tavşanım." dedi Jim, hafifçe öksürüp boğazını temizledikten sonra. Damağına inatla bastırdığı bant neredeyse soluk borusuna kaçacaktı. "Akşama kadar unutacağımdan eminim ama hatırlamaya çalışacağım, söz." Sinir bozucu doktoru da bunu önermişti, konuşmasını. Konuşma terapisinin günlük hayatta sohbet adı altında olduğunu ve birinin varlığından hoşlanması durumunda konuşarak o kişi ile kendisini daha mutlu edecek şeyler öğrenebileceğini... O ana kadar biri hakkında bir şeyler öğrenmek isteyebileceğini düşünmemişti açıkçası.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Darya Borislava
Oxford I. Sınıf | Opera ve Şan
 Oxford I. Sınıf | Opera ve Şan
Darya Borislava


Mesaj Sayısı : 100

Kaboom! Empty
MesajKonu: Geri: Kaboom!   Kaboom! Icon_minitimePtsi Nis. 30, 2012 9:04 pm

Tavşan. Tavşanlara nasıl bir takıntısı vardı bu herifin, ya da ciddi anlamda suratına bakıldığında tavşan çağrışımı mı yapıyordu genç kadın? Öyle düşünmüyordu, muhakkak bu deli adamdan başkası da böyle düşünmüyordu zaten. Dudaklarını bükerek ters bir cevap vermek için yeltendi fakat bunun yersiz olduğuna karar verdi
Bu gereksiz düşüncesinden sıyrılıp, bir başka gereksiz düşünceye daldı. Hayır bu gereksiz değildi, Darya sadece gereksiz olması gerektiğine inanıyordu. Yeşil gözlü kızın, kendisi için anlamsız olmasını diliyordu. Şekilli burnun ve alımlı yüz hatların kendisi için sıradan bir insanı çağrıştırmasını dikte ediyordu kendisine. Annushka’nın bir hiç olmasını istiyordu lakin onu düşündüğü her dakika yelkovana takılıp zamanın ötesine geçme çabasını hüsranla bitiriyordu. Durgunlaşmıştı. Hayat yalnızken çok daha anlamsızdı, ondan nefret ederken de anlamsız olduğunu düşünürdü fakat içindeki salt özlem duygusu nefretini köreltmiş, sadece gururunu yenmek kalmıştı önünde. Zordu. Uğraşması da en az onun varlığı kadar zordu. Bir insan gururu olmadan yaşayabilir miydi? Her şeyden arınıp, kalbinin özündeki isteğe ulaşmak için her şeyinden vazgeçebilir miydi? Belki. Evet, belki yapabilirdi insanlar bunu. Ancak Darya yapamazdı. Sönmüş gözlerinden yaşlar akıtırdı da, gururuna karşı koymazdı. Çünkü aptaldı, kendine acı çektirecek kadar aptaldı. Yoluna çıkan her adama kendini teslim etme konusunda aptaldı, güven konusunda aptaldı, en ufak bir yenilgide hayatını salma konusunda aptaldı, kendini çok güçlü gösterip rüzgar esse devrildiğinden dolayı aptaldı. Her anlamda bir kaybedendi.
Az önce Fred’i eğlendirirken bir anda gözlerinin dolduğunu hissetti, güneş mi kamaştırıyordu gözlerini yoksa genç kadın kendine yine yalan mı uyduruyordu? Burnunu çekip yüzünü birkaç saniyeliğine kapattı ve çılgın arkadaşının sorularına tekrar dikkatini vermeye çalıştı. “Güzel, o zaman şunu yapalım.” Çantasına tekrar uzanıp kolunu diplere doğru soktu ve parmaklarını çantanın tabanında gezdirdi, kalemin ince yapısını hissettiğinde çekerek tepesine bastı ve diliyle ıslattı. Kalemi aldığı günden beri bu şekilde çalıştırabiliyordu ancak, dandik ucuz bir maldı işte. Adamın kolunu kendine çekerek bileğindeki pürüssüz alanı buldu, “Korkma bir şey yapmıyorum, ama gıdıklanırsan kıpırdamamaya çalış vee.. sakın gülme.” Kalemle kocaman bir DARYA yazdı, neredeyse bileklerinden dirseğinin içine kadar uzuyordu ve adamın dövmelerinin yanında anaokulu resmi seviyesinden kalıyordu. “Unutmamanı diliyorum bay dövmeli.” Bundan sonra tavşanım kısımlarını Darya diye doldurabilirdi, yoo Darya’m hiç hoş olmuyordu çünkü. Ayrıca tavşan çocuk sevmek gibiydi, tamam adam kendisinden yaşça biraz daha büyük duruyordu lakin baba-kız da değillerdi. Bir ihtimal abi-kardeş.
“Hobi? Hı?.. Anladım. Şey, ilk kez biri hobilerimi sordu, şaşırdım. Benimle evlenmek mi istiyorsun? İnsanlar sormaz böyle şeyleri, ya bilmiyorum saçmalıyorum galiba insanlar sorar böyle şeyleri.” Yüzünün kızardığını hissetti, niye bu kadar şaşırmıştı ki. Basit bir anket sorusuydu bu. Boğazını temizleyip kendinden emin bir tavırda devam etti. “En büyük hobim şarkı söylemek, kendimi bildim bileli tuvalet kağıdının rulosunun üzerinde limon koyup mikrofon yapar ve şarkı söylerim, sonra beni üniversiteye aldılar ama biteceğini umut etmiyorum. Ve sonra.. Yemek yapmaya bayılırım ama genellikle tuzlu şeyleri severim, tüm kadınların tatlı sevdiği asrın yalanıdır. Çoğu ankette sevişmek bir hobi sayılmıyor, aslında bazen sadece hoşlandığı için beklentileri olmadan yapabiliyor insan, yani hobi. Ama lüzumsuz. Ve, şey jimnastik.” Ellerini çırpmaya başladı bir anda Lise yıllarında hep palangalar atardı, birkaç saniyeliğine gözlerinin önünden geçti kısacık kareler. “Şey bir de şey.. Ya da dur, bunların ne kadarını aklında tutabileceksen o kadarını söyleyeyim. İstersen yazabilirsin bunları da, en azından sabaha kadar hatırlarsın.” Elindeki kalemi adamın kucağına atıp devam etti. “Çok konuştum yine, sen de bahsetsene biraz. Mesela, doğduğun yeri anlat. Çocukluğundan bahset, neler yapardın?” İnsanın sahip olduğu en nadide şeydi çocukluğu. En saf ve en mutlu günler.. Gözlerini birkaç kez kırparak yüzünü adamınkine doğru uzattı, net bir şekilde cevap vermesini istiyordu. Evet, insanların çocukluklarıyla şimdiki halleri arasında bağlantı kurabilecek kadar bilgili değildi fakat bu adamınkini merak ediyordu işte.
O ağacın oradakiler de neydi öyle?
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Kaboom!
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
London Never Sleeps :: a b r o a d :: Diğer Ülkeler & Yerler-
Buraya geçin: