Sergio de Marco Westminster IV. Sınıf
Mesaj Sayısı : 20
| Konu: sergio. Ptsi Mart 19, 2012 12:29 pm | |
| Sınıf ;; IV. Kişilik & Kurgu ;; Sergio ukala, laubali, çapkın tavırlarıyla herkes tarafından "keyfi yerinde, boş vermiş, umursamaz" olarak tanınır. Ancak gerçekte fazlasıyla felsefi bir düşünce yapısına sahiptir, duygusaldır. Aşka inanmaz ama inanmadığı aşka inandıracak biri bulabileceğini de umarsız bir umutla bekler. Kahve, sigara, alkol ve bilumum keyif verici maddeye bayılır. Genellikle izdüşümler etkisindedir, sürekli ruhsal bir devinime sahiptir. Garip olan ise bu kişiliğini yalnız kendisinde sır olarak saklayabilmesi ve bu hissiyatları yalnızca "gece" denilen zaman diliminde deruni olarak düşünebilmesi... Akıp giden zamanlarda, umursamaz bir hayta, bir dakika bile dudakları boş kalmayan bir çapkın, bir gün bile çıplak vücudunun üzeri hatunsuz kalmayan bir zampara... Gün boyunca çizdiği bu profil, akşamları usul bir yalnızlığa düşünce yok oluyor. Tüm bunların yanı sıra, başarılı bir söz ustası, eveleyip geveleyebilir, saatlerce dinlenecek bir üsluba sahip, doğuştan gelen zekâ ve dehâsı onu asla yalnız bırakmıyor, etrafı şaşırtan da o ya. Bir dakika bile kitap yüzü açmamasına karşın okulun en parlak öğrencilerinden olduğu gerçeği yok olmayacak gibi. İşte Sergio, böylesine tezatlar içerisinde yaşayıp giden bir "kader mahkûmu"dur.
Örnek RP ;;- Spoiler:
Gecenin bir yarısı kapattı gözlerini adam, fazlasıyla sakince. Bunca yıl hayatını mahveden düsturları, rüyalarında silip atmaktan başka hiçbir çaresi yoktu sonuçta. Hayatı belirlenmiş bir çizgi üzerinde, amaçsız bir doğrultuda ilerlemekteydi. Ruhunu hapsettikleri kara çukur, içinden çıkılmaz girdaplar oluştursa da, bu karanlık körlüğe sabretmeliydi, biliyordu. Sabretmesini bildiği gibi öleceği gün bu çileden kurtulacağının da farkındaydı. Fakat gördüğü hiçbir ölüm acısız olmamıştı. Hani şu kilise kitaplarında anlatılan, mutlu ölümlere hiç şahit olamamıştı ki, belki olsaydı, kendisini öldürmeyi bekleyebilirdi.
Ne ironiydi ama acıdan kurtulması için kendisine acı çektirmesi gerekiyordu. Elbette çektiği acıların yanında kendisine sapladığı bir bıçak daha az acıtırdı canını. Yalnızca, biliyordu ki ya biri onu kurtaracak ve boşu boşuna acılar buhranına kendi elleriyle bir acı daha eklemiş olacak veyahut hayallerini kurduğu o şanlı ölümü yaşayamayacaktı. Evet, yaşıtları, nerelerde eğleneceğini düşünürken, o ölümünü düşündü, cenazesini, küllerinin saçılacağı yeri. Dertli bir ruhmuşçasına titreyen gözleri, tam anlamıyla kapandığında ve beşerî dünyayı terk edip, ruhanî varlıkların bulunduğu noktanın görünmesi için koyulmuş sır perdesini araladığında tam bir esenliğe kavuştu. Ne güzel bir duyguydu ama iliklere kadar işlenen o hissiyatı tarif etmek ne mümkün! Hayallerinin arasında, bir sandalla dolaşırmışçasına rahat, sükûnetli bir şekilde yürüyormuşçasına serbestti. Kendini dizginleyemediği gibi, içinde biriken hayatı dışarıya saçmamaya özen gösteriyordu. Yirmi dokuz yıl, tam yirmi dokuz yıl, hiçbir duygusunu belli etmeyen bu adam, her şeyini içine atmıştı. Gözyaşlarını, kahkahalarını, buruk bakışlarını, parlayan gözlerini, her şeyini! Ve artık yeter diyordu içindeki derin kuyu, ağzına kadar dolduğunu ikaz ediyordu adama. Daha fazla sabredemezdi, sabredemiyordu da zaten. Ne zaman düşüncelerine ağırlık verse, görüntü bulanıklaşıyordu, ne zaman hiçbir şey düşünmeyen bir kalas olarak hissetse kendini, işte o zaman rahatlıyordu. Her anının düşüncelerle geçtiği bu koskoca büyük dünyada, umarsızca yaşayan bir adamın, hayal kurduğu anlarda düşüncelerinden sıyrılması çok güç olmuyordu açıkçası. Hayaline döndü, ışıklı yolu takip etti ve sandaldan indi.
Sandaldan indiğinde, gerçekmişçesine hissedebiliyordu toprağı, ağacın köklerinin altından geçtiğini hissedebiliyordu. Ardından gördüğü yatağa uzandı direk. Altındaki yatak bir mimoza ağacının gölgesine serilmişti, gözleri gölge kısmı aşıp da vadinin aydınlığına değince, birdenbire kamaştı. O koca kuşlardan üç tanesi gelmiş, hiç utanmadan karşısına oturakonmuştu; havada da daha on, on beş tanesi uçuşuyor, uçuştukta yere çabuk çabuk konan kalkan gölgeler serpiyordu. Bom! Tüm görüntü bir anda yerle bir oluyordu, adam yatağından sertçe kalkıyor ve bir evcinin kendine kızdığı gibi, hiddetle elleri titreyerekten çıkıyordu odasından.
Kızıyordu kendisine, çünkü saçma sapan hayallerle uğraşan ahmağın teki olarak görüyordu kendisini. Neredeyse otuz yaşında ve beş yaşındaki bir çocuk gibi yatağında hayaller kuruyor! Tanrı aşkına, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! İşte, içinden geçirdiklerinin basit bir özetiydi bu. İki katlı evinin, üst katındaydı. Yerler ahşaptandı ve attığı her sert adımda, etrafa dalgacıklar hâlinde yayılan o gıcırtı sesi kulaklarını rahatsız etmiyor değildi. Sertçe sol tarafa doğru döndürdü tüm bedenini, hızlıca merdivenleri indi, alt kata geldi. Kapıya yöneldiğinde, evin tozdan harap olduğunu fark etse de, tahammül dahi edemediği bu yeri sonra da birkaç büyüyle tertemiz yapabilirdi. Tam da bunu düşünerek, hiç hız kesmeden kapıya doğru gittiği yola devam etti. Portmantodan, deri montunu aldı, üzerine geçirdi, kapıyı büyük bir gıcırtı eşliğinde açtı ve dıştan beri sertçe kapattı. Yine o sokaktaydı, çocukluğun geçtiği o sokakta, yıllarının harap olduğu o sokaktaydı gene. Sokak lambaları gecenin karanlığının çöktüğü bu vahşet verici sokağı aydınlatmak için uğraşırken, asıl karanlığı aydınlatabilecek olan insanlar daha keşfedilmemişti bu sokakta. Hiddeti daha da arttı, böylece daha hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Evin önündeki klasik İngiliz yapısı merdivenleri indikten sonra, büyücü yerleşim yeri olduğu için korkusuzca cisimlendi başka bir yere, hep aynı hissiyatı yaşıyordu. Yüzü tırmalanır gibi oluyor, sanki bir iğne deliğinden geçermişçesine küçülüyor ve ardından bir fil kadar büyüyüp, kendi cismani hâline geri dönüyordu. Fakat o kadar yolu, süpürgelerle, şebekelerle gitmezdi, ulaşım için kullandığı tek yol cisimlenmeydi. Her ne kadar tabulaşmış, gelenekleşmiş düsturlarından nefret etse de, asla vazgeçmeyecekti. Hayatında kabul ettiği iki değişmez kural vardı zaten; cisimlenme dışında ulaşım aracı kullanmamak ve kimseye iyilik yapmamak. Her ne kadar ikinci kurala bazı küçük çaplı iyilikler için riayet etmediği vakitler olsa da. Cisimlenme dışındaki ulaşım yollarını kullanmıyordu.
Cisimlenmenin yaşattığı dengesizlikle, çok kısa sürede o kadar çok şey düşünmüştü ki Efrain, nerede olduğunu bile fark edememişti. Bir anlık hiddetle cisimlendiği yere bakmaya çalıştı. Gülümsedi, iyi bir mekân olduğu aşikârdı, sakince bir masaya oturdu, tek başına dört kişilik masayı kaplamasına izin vermeleri için iyi bir müşteri olduğunu anlamaları gerektiğini çok iyi biliyordu. İlgilenmeye gelen garsona; “Cincüce şarabı, şu mahzenlerde tutulanlardan. En az on senelik olsun, acele etseniz fena olmaz.” Garson bir şey diyemeden, başını salladı ve uzaklaştı. Etrafa baktı, burayı uzun yıllar öncesinden hatırlıyor gibiydi. Düşündüğü her şey gibi fazla umursamadı ve birkaç saniye sonra kendisini fark ettirmeyi başardığını anladı, az ileride kendisine gizli gizli bakmaya çalışan biri vardı, eh, karşılık vermese ayıp olurdu değil mi ama? Tam o sırada düştü jeton, Diagon Yolu! Cafe Quella’nın Bar’ı. Ah, düşüncelerini dağıtamazdı, kızın gözlerinin derinliğine doğru baktı, dudaklarını hafifçe araladı, nefes aldı kapattı. Sadece karşısındaki gözlere odaklanmıştı, fena kız değildi ama. Bunu düşünürken istemsizce tek kaşı havaya kalktı. Görünüşünü merak ediyordu doğrusu, her ne kadar birçok konuda mütevazı olsa da, kendisinin dahi kendisine karşı koyamayacağından adı gibi emindi nedense. Bakmaya devam etti, baktı, baktı, baktı...
Yaşamın güzelliklerinin farkına varmaya başlamasıyla, kızın gözlerinde imalı ifadeler görmesi bir oldu. Yaş anlamında çok da büyük sayılamayacak olan kızın, masasına erişecek kadar güçlü olmadığının farkındaydı. İçi cincüce şarabıyla dolu olan bardağını eline alarak, kırmızı deri kaplamalı, bar masasından kalkarak, doğruca kızın bulunduğu yere doğru ilerledi. Zerre kadar bir şey hissetmiyordu belki olayın kendisi için fazla alışılagelmiş olmasından, belki de hissetmesi için oturması gerektiğinden. Her ne kadar kendine kabul ettiremese de, kızın oldukça güzel olduğunu düşünüyordu. Üstelik yüzündeki ifadeyi kendisine benzetiyordu tutarsızca. Umutsuzluğun bıkkınlık ile karışımı, çoğu kişi buna ifadesizlik adını taksa da, gözleri gerçekten iyi görenler, ıstırabın verdiği yüz ifadesini anlayabilirlerdi.
Sanki şu an barda olan tek şey, adamın yürümesiydi. Herkes bir an için durmuş ve adamı izliyormuş gibi, zaman ufuklarda bir yerde takılmış ve hareket etmeyecekmiş gibi… Sakalları kesilse çalı süpürgesi olabilecek adamın zeytini andıran iki gözü de, ileride sobanın yanına kurulmuş ve Muggle masallarındaki cadıların tıpkısının aynısı olan benli kadının yeşil gözleri de onun üzerindeydi hissettikleri kadarıyla, her şeyin onda bitip, onda başlaması gibiydi bu kısa yürüyüş. Kendisi kilise tablolarındaki İsa Mesih gibi hissetti. Etrafa güven ve ışık saçan… Her ne kadar megalomanlığın en üst seviyesine tırmanmaya azimle devam ediyor olsa da, her şey, barmen masasının önünde bulunan, uzun sandalyelere oturmasıyla son buldu, kayboldu. Sinirlenince devenin ağzına gelen köpükler gibiydi bu duygusu. Geldi, geri gitti.
Önce, tek çift laf etmedi. Zaten bu konuda harika olduğu da söylenemezdi, genelde bakışları ile mesajı verir ve şafak vakti, günışığında birlikte olduğu kadınların çirkin görünmesinden korkmasını bahane edip, hayata geri dönerdi. Aslında hayatının uzun bir kısmı şu anki yaşamına oldukça ters bir şekilde cereyan etmişti. Yılları odasına sanki bir keşiş gibi manastıra kapanırcasına girerek, tüm dünyaya kapısını kapatmakla geçti. Aşağı yukarı herkesle ilişkisini kopardı. İki yıl kadar süren bu yaşam onu tam anlamıyla yabanıllaştırdı. Kendisi, hiç farkına varmadan vahşi bir havaya bürünmüştü. Dışarıda çok değişik, hareketli, gürültülü, gösterişli, sürekli coşku ve değişim içinde sürüp giden, onu kendisine çağıran ve onun da er geç gitmek zorunda kalacağı bir yaşamın var olduğu aklının kıyısından bile geçmiyordu. Kuşkusuz böyle bir yaşamın varlığını duyumsamamış olamazdı. Ama onu yakından tanımıyor, üstelik kesinlikle de aramıyordu. O, çocukluğundan beri kişiliğine özgü bir yaşam biçimi sürdürmüş, sonunda bu kopukluk onda belirli bir şekil almıştı. Efrain’in tüm varlığını derin, doymak bilmez, yaşamı sömürüp tüketici ve onun benzeri insanlara, iş alanında pay bırakmayan bir tutku sarıp sarmaladı. Bu tutku aşktı, her gün, her saat, her dakika, her saniye, her salise aşka açık olmak ve aşk sevgiye dönüşmeden, esenlikle ayrılmak. Küçükken de akranları arasında garip bir çocuk olarak görülüp bilinmişti. Oysa o, hiçbirine benzemeyen bir karaktere sahipti. Ailesini umursamıyordu hiç. Tuhaflığı, bilgisi nedeniyle arkadaşlarından hoyrat davranışlar görüyordu. Bu yüzden giderek tam anlamıyla asık yüzlü oldu. Sonunda bu durumlara büsbütün kendini kapıp koyverdi, kim umursayacaktı ki bu rezilce davranışları?
Çoğu an herkesi kendine büsbütün yabancı görüyor, yaşadığı ıssız çölü ansızın bırakıp giderek uğultulu, gürültülü kentin ortasına düşmüş bir keşiş gibi orada sokakları dolaşıp duruyordu. Her şey ona değişmiş ve tuhaf geliyordu. Bununla birlikte çevresinde kaynaşmayı sürdüren bu dünya, ona o denli yabancı duruyordu ki, yüreğinde kımıldayan tuhaf duygulara şaşırmadı bile. Sözüm ona yabanıllığının ayırtında değildi. Sanki o vahşetin farkında değilmiş gibiydi. Tam tersi, sevinç, uzun sürmüş bir diyet ya da oruçtan sonra yemeğe, suya kavuşmayı başaran kişilerinkine benzer bir tür esriklik içinde bulunuyordu.
Bu türden sokak sokak dolaşmak, Efrain’i öylesine sarmış, kucaklamıştı ki… Pek hoşuna gitmiş, zevkini okşamıştı. Çoğu zaman boş aylak gezen insanların yaptığına benzer bir şekilde, çevresindeki hiçbir şeyi gözden kaçırmıyordu bu yüzden. Yine de, her zamanki şaşkınlığını üzerinden silkip atamamıştı. Önünde tüm canlılığıyla serilen görünüm ona, bir resim tablosunu seyredercesine, bunları sanki bir kitabın normal satırları arasında okuyor gibi gelmekteydi. Çoğu şeye aşırı şaşırıyor, beyninden geçenleri yansıtan bakışını sevgiyle dinliyor, sanki tüm bunlarla tek başına yaşadığı yalnız gecelerde odasında oluşan düşünceleri birbirleriyle karşılaştırmayı istiyordu. Efrain, ilk olarak bunca zaman, kendisini uzun zamandır kapattığı küçük odasında diri diri gömülmüş olarak kalmış olmanın acısını duydu içinde. Bir an kadının nefes alış verişini duydu, gene her şey durmuş, bitmiş, tüm yıldızlar gökten yeryüzüne yağarmışçasına her şey kurşun gibi ağırlaşmıştı. Duyabiliyordu, o tutkulu sesi duyabiliyordu. Burnundan içeri nazikçe süzülen dumanın ağzından çıkışına şahitlik edebiliyordu. Nabzı daha güçlü atmaya başlamıştı o anda. Yapayalnızlığın baskısıyla sıkılmış, ateşli bir çalışmayla gelişimi sürdürmüş olan kalbi, bu kez daha hızlı ama yürekli bir içimde çalışıyordu. Düşüncelerini silmeye çalıştı kafasından, hayır, böyle saçma sapan şeylere inanamazdı, kalp atışıymış, tutkuymuş… Kendi ile çelişti bir an. Gerçek, onu içine aldığı baskıyla ezip un ufak ediyor, ruhunda bir tür saygıyla karışık ürküntü oluşuyordu. Hasta yatağından ilk kez sevinçle kalkan ama şavklardan, parıltılardan, yaşam gürültüsünden ve rengârenk kalabalığın deviniminden başı dönüp güçsüz kalan bir insan gibi, bu yepyeni izlenimlerden bitkinlik duymaya başlamıştı. Bu yüzden canı sıkıldı ve içini tuhaf bir gönül üzgünlüğü kapladı. Ayrıca, böylesine bir düşünce, büsbütün tedirgin etti onu. Efrain, ansızın yaşamda tam anlamıyla kimi kimsesi olmadığını, ne arayıp sevildiğini, ne de kendisinin kimseleri sevip özlediğini anımsadı. Kısacası kimseyle sevgi yönünden en küçük bir alışverişi yoktu.
Kızı gözlerini yana kayırarak süzdü önce. Sanki bir kilisedeydi. Yaşlı kilise görevlisi kadın mumları söndürüyormuş da, batan gün ışığı geniş bir ışık demeti halinde yukarıdan, kubbenin daracık pencerelerinden içeriye sararmış oklar halinde akıyor, kilisenin bir köşesini cıvıl cıvıl ışığa gömüyordu. Ama bu aydınlık giderek gücünü yitiriyor, kubbenin altındaki boşluk karadıkça, kandillerle mumların titrek ışığıyla üzerleri ışığa bürünün ikonaların yaldızları, o ölçüde parıldamaya başlıyordu. Bu parıldama da giderek artıyordu. Er geç iletişim kuracaktı fakat önce bir etrafına bakınmayı yeğledi. Yaşlı adama takıldı gözü, orta masada, kendi halinde oturan. Uzun boylu olduğu belliydi, omuzları çökmemiş, dimdik duran, dinç ama zayıf ve hasta denecek kadar soluk yüzlü bir adamcağızdı. Çok uzaklardan gelmiş bir tüccara benziyordu, her haliyle. Ceketini iliklemeden gitmişti. Uzun, siyah, içi kürklü bir mont giyiyordu, barın içerisinde bile. Boynuna al renkli bir atkıyı özensizce bağlayıvermişti. Kırçıl sakalı göğsüne dek iniyordu, sarkık, çatık kaşlarının arasından ateşli, hummalı, kendine aşırı güvenli ve hiç kımıldamadan bakan gözlere sahipti. O yaşlı adamın yüzünden, hemen yan tarafında oturan kızın yüzüne çevirdi gözlerini. Yüzündeki gururlu görüntü, bir çocuğundaki gibi tatlı suretinde, yumuşacık dingin yüz çizgilerinde açık ama kederli yankılar oluşturuyordu sanki. Birbirine oldukça ters bir tablo çizen ve öyle görünen bu ikiliyi tebessüm ederek zihnine yerleştirdi adam.
Ardından, arkasından esivermekte olan rüzgâra doğru çevirdi bakışını, Diagon Yolu’nu gece görebiliyordu böylece. Sokağın bitiminde dört katlı kocaman bir evin kararmış duvarını gece karanlığında fark edemese de, gündüz gözüyle daha önce gördüğü için anımsayabiliyordu. Yapının altındaki iki sütun ayağı birbirine üsttün yarım çember, basık ve eğri, yonca yaprağı gibi şekillerde bağlayan ve üzerine gelen duvar ağırlıklarını, iki yanındaki ayaklara bindiren tonoz bağlantıdan karşı taraftaki dar, vesveseli, korkunç fakat hengâme varmışçasına kalabalık ara sokağa çıkılıyordu. Şu adı pek de hayırla anılmayan yere hani. Knuctorn Yolu’na! Fakat çok fazla düşünmüştü, birçok gereksiz şeyi. Ayağa kalktı tekrar, dört sandalye yana oturdu, kızın kokusunu aldı. Çok fazla içine çekmemeye gayret gösterdi, mest olup bayılmak istemiyordu çünkü. Sandalyesini kıza doğru döndürdü. İki ince, zarif bacağı, adamın iki yana açılmış geniş bacaklarının arasında kalmıştı. Ama Efrain, bunu umursamadan sadece gözlerine bakıyordu karşısındaki güzel kızın. Tebessüm etti bir andan, üst dudağının çatladığını fark ederek, görüntüyü bozmaması adına diliyle ıslattı önce. Ardından, kadifemsi, nazik ses tonuyla ilk kez konuşan oldu. “Merhaba, açıkçası daha önce bu civarlarda, sizin kadar güzel bir bayan görmemiştim. Paris’teki moda fuarlarında olması gereken bu genç bayan, acaba neden buradalar ki?”
Umarsızca bir hayat sürdüğü bu büyük dünyada, hayatının sadeliğinden o kadar iğrenmişti ki adam, Diyojen’in “dürüst insan” aradığı gibi o da hayatında bir yenilik arıyordu. Ve kendi kafasında oluşan fikirlerce, Diyojen’in dürüst insan bulması ne kadar zorsa, kendi hayatında bir değişiklik esintisi hissetmesi de o kadar zordu. Volkanların patladığı, denizlerin esip gürlediği, her gün milyonlarca kişinin doğduğu, öldüğü, hastalandığı felç olduğu bu dünyada, ot gibi yaşayıp gidecekti anlaşılan. Ya da daha doğrusu saman olarak gidecekti dünyadan, ot gelip saman olmaya doğru giden yolda adım adım ilerlemekteydi çünkü.
Düşünceleri zihninin her bir yerini yavaşça işgal etmeye başlarken, elindeki cincüce şarabının acı tadı, gırtlağından geçtikçe müthiş bir yanma hissediyor fakat bundan da azımsanmayacak derecede fazla keyif alıyordu, kısacası yıllardır garip anlaşılan değil garipliğin ta kendisi olmayı becerebilmiş envai insanlardan biriydi Efrain. Aklı bir gümrük memurununki kadar meşguldü sanki, önünde hayatıyla ilgili bir sürü dosya birikmiş de, onları okuması, kaşelemesi gerek gibi davranıyordu. İnadına hayatı gülümseyenleri küçük görmekle beraber onların hayattaki saçma sapan polyannacılık oyunlarından nefret ediyor, gecenin bağrında titrek, salgın bir ışık veren mummuşçasına, dünyayı değersiz ve içi boş bir yer olarak görüyordu. Tanrı, ne yapacaklarını bildiği hâlde insanları dünyaya getiren ve onları büyük ekranında keyifle izlemeye koyulmuş sakallı bir amca gibi geliyordu ona. İnanmıyor değildi Tanrı’ya ama hiç danışmadan “Hadi kulum bana tap” demesini pek de kibar bir davranış sayıyor değildi.
Etrafına bakındı. Tepelerinde dönen bar topu, etrafa düzgün bir ışık saçmamakla beraber liğme liğme ışık huzmelerini dört bir yana yediriyor, etraftaki insanların kalitesizliği ve itibar edilmeyecek kadar değersiz olmaları ise Efrain’i tekrardan çıldırtacak bir seviyeye çıkarıyor, ardından karşısındaki kıza bakıp sinirini def ediyordu. Gamların içerisinde tıkışıkalmış bir hayat mahkûmu olarak görüyordu kendisini fakat bundan şikâyet ediyor değildi. Her ne kadar cefaları vefalardan fazla olsa da, birçok insana göre oldukça iyi yaşadığının farkındaydı. Zevk-u sefa içinde yaşayıp giden bir Ortadoğu sultanı olmasa da.
Kızın gözlerinin içine baktı bir süre daha, bir şeyler diyeceğini biliyordu ki o da ilk defa sesini duyacaktı. Kıza gerçekten bağlanma derecesinde ilgi duyuyor değildi şüphesiz ama kendisine ilgi gösterecek olan birçok erkek bulabilirdi. Ancak içinden bir ses, kendisiyle benzer bir yanı olduğunu fısıldıyordu adama. Adam ise içinden gelen sesi gitgide durdurmak isteyen biriymişçesine, kulak kabartıyordu ruhunun söylediklerine. Bu ucuz mekânın hiçbir hoş yanı olmamasına karşın, kendisini kral gibi görmek de istemiyordu. Üç tane yaşlı moruğun olduğu, Çatlak Kazan bozması bu yerde –her ne kadar ilk geldiğinde beğense de, işin içine kadınlar girince titizlikle bakmaya başlamıştı- kendisini kral göstermek, chihuahualar arasında Bulldog olmak gibi bir şeydi ya da adamların çoğunun suratının bulldog gibi olmasından ötürü, bulldoglar arasında pitbull olmak gibiydi, gerçi hiçbir köpek cinsinden hoşlanmazdı. Şayet hoşlansa bile kendisine bir köpeği layık görmezdi, uzun hikâye. İşte tam da bunları düşünürken aklına şarkı esintileri geldi bir anda. Her ne kadar korkusuz bir Slytherin olduğunu söylese de, hiç şüphesiz ki korkusuz bir insan yoktu dünyada. Maviliklerle yeşilliklerin karıştırılıp, dönen bir topaç hâline getirilmesini ve bunun olağan olmasını bilimin hâlâ açıklayamamış olmasına karşın, üşengeç bir usla öleceği günü beklemekten başka hiçbir çıkar yolu olmadığının farkındaydı. Belki kara büyü yoluna başvurabilirdi. Ancak, her ne kadar Slytherin olsa da bir insanın canının başka bir insana can katmasını tasvip etmediği gibi, böylesine acılı bir sürece, ölümü yeğleyebileceğini biliyordu. Üstelik Efrain, görüntüsüne, giyimine kuşamına fazlasıyla dikkat eden bir adam olarak, Karanlık Lord görünümlü biri olmak istemezdi hani şu geçenlerde ölen burunsuz. Aklı çok dağılıyordu son günlerde, saçmalıyordu. Konudan konuya atlamak, tutarsız davranışlar sergilemek onun klişeleşmiş tavırlarından olmasa da son birkaç haftadır karakteri oldukça değişmişti. İlim irfan sahibi biri olduğu gerçekti fakat bu yüzden Dostoyevski okumuyordu, en azından yakın bir tarihe kadar. Her zaman Bukowski okuyan biri olarak, şimdi elinde Dostoyevski ve Tolstoy kitaplarıyla gezen biri olmuştu. Bu davranışsal bozukluk onu korkutmuyor değildi ama gerçekten kaçmak, gerçeğin güçlenmesini ve gerçek denilen moloz yığının altında kalmaktan başka neye yarardı ki? Gerçek, insanın peşine düşer, yakalayana değin onu kovalardı. İşte bunu biliyordu Efrain, o yüzden kafasını kuma gömmenin hiçbir yararı yoktu. Usulca kabullendi gerçeği, her ne kadar bazı zamanlar gerçeği kabul etmeyerek gamlı gecelerde kendi benliğiyle, Davut’un melekle kapıştığı gibi kapışmak zorunda kalsa da.
Tekrar kıza döndü, son sözünü işitebilmişti sonunda. Diğer sözleri, karman çorman bir bulamaç misali kulaklarında parçalanıyor, işitebildiği tek şey işitemediği anlamlı cümleler oluyordu. Olaylardan kopup, karşısındaki kızın dikkatinin başka bir yöne kaymasını istemezdi. Bundan emindi ne zaman konuşsa –dersler haricinde- kendisini bir mikroskopla inceliyorlarmış gibi hisseder, bu hissiyatla başa çıkmaya çalışırken abuk subuk cümleler kurar ve karşısındaki kişiler onun kendilerine âşık olduğunu düşünmek gibi benzeri zor bulunur fikirlere kapılırlardı. Bu yüzden Efrain, bu hissiyata olağan gücüyle karşı çıkıyor, tek düşmanının gerçek denen vesveseler silsilesi olmadığının bilincine varabiliyordu. Aslında hayat da, kader de, dünya da ona karşı siper almış, mahfuz bir şekilde ona doğru yürüyorlardı. Tüm mutaassıp bağnazların mızrakları ona doğru çevrilmişti. Bir yanında ağzına zorla sokulmak istenen birkaç Arapça lafız varken, diğer yanında kıçına zorla sokulmak istenen bir haç vardı. İşte yıllardır bundan korkuyordu, biri arkasını doldururken diğeri de ağzını boş bırakmamak için var olan gücünü sarf ediyordu. Umursamadı, derinliklerinde sadece boşluğun olduğu uçkurumsu gözlerini kıza iyiden iyiye dikti bir an için kızın bacaklarının bacakları arasında olduğunu dahi unutacaktı sanki. Gerçi unutsa olacak tek şey sözlerinde belirecek olan şehvetin azalması idi. Fakat belki de bu, konuşmanın en önemli kısmı, belki de en kirli bezimsi tarafıydı. Hayatta her şey, herkese göre değiştiğine göre her şey büyük bir muallâktan ibaret değil miydi ama?
Ah, kız... Kızın laubai sorusuna cevap vermeliydi. "Kız tavlama tekniklerinizden biraz bahşeder misiniz?" Sorusunun belirli bir kısmına takıldı “tavlamak” Tebessüm etti gene, ağız dolusu gülmemişti hiçbir zaman. Her ne kadar söylemese de, kahkaha attıklarında, ağızlarını burunlarına vardırdıklarında ne kadar çirkinleştiklerini şahitlik ederek görenlerdendi Efrain, üstelik karakterine de uygun değildi. Beyninin içinde bir fatura kesim sesi yankılanıyor, sanki ellerine yazmaktan ağrı giriyordu. Halbuki ortada yazılan fatura olmadığı gibi yazılan bir şey de yoktu. Hakikat vardı, ki o da gerçek denilen olgusunun hemen yanında, sen yetersiz kalırsan ben girerim devreye diye bekliyordu. O zaman fark etti ki, yaşamasının tek manası kendisi için yaşamaktı. Çünkü hayatı ona hiçbir şey kazandırmadığı gibi hiçbir şey sunmamış da, hiçbir şey öğretmemiş de. Gülümsedi, artık cevap vaktiydi çünkü. Tam cevap verecekti ki, kızın yüzünün değişmeye başladığını fark etti. Sanki midesi bulanan ve istifra etmesini engellemeye çalışan biri gibi yüzünün kasıldığını gördü fakat sadece iki saniye sonra minik elleri titreyerek çantasından ilaç kutusunu almaya çalıştığında işin hakikatini anlayabilmişti, aslında sadece tahmin edebilmişti. Fakat kız, çantasından çıkardığı ilacı elinde tutamayıp düşürdüğü an refleksimsi olarak ilacı yerden aldı. Sadece birkaç saniye görse bile, ilacın da tahminini desteklemesi sonucu kesin kanaatine varabilmişti. Kutuyu sakince kıza verdiğinde, kızın önündeki viskiyi fondip edip ilacını içmesine ve yavaş yavaş sakinleşmesine tanıklık etti, yaklaşık iki dakika. Ardından her ne kadar konuşmak istemese de sordu. "Sanırım parkinson hastalığınız var, Muggle tıbbı hakkında da bilgim vardır. Titremeler stresten de olabilir, stres altındaysanız sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim?" Buruk bir gülümseme attı ardından. İki kaşını hafiften yukarı kırarken, alnı kat kat olmuş, kıza sorgulayıcı ve hoş gözlerle bakmaktaydı.
Kız ise tek başına kalmanın hastalığını daha çok tetiklediğini söyledi. Ardından ilave etti. "Ama bu bir bahaneyse pekala gidebilirsiniz." Titrek, salgın ve sorgucu bir şekilde kıza bakıyor, ağrımış gözleriyle etrafı süzüyor, ne yapması gerektiğini bilmeyen biriymişçesine davranıyordu. Açıkçası kendisi dahi, kıza gösterdiği bu itimadın sebebini tam olarak anlayabilmiş, bu saçma mekânda maun kokuları arasında niçin kıza bu kadar ehemmiyet gösterdiğinin farkına varabilmiş değildi. Bir an için kızın sağ gözünün, gene aynı tarafa doğru son süratle döndüğünü fark etti, neye baktığını merak etti, usulca göz bebeğini döndürürken, göz tembelliğinden olsa gerek, gözünün ağrısını iliklerine değin hissetti.
Öylesine dalgın ve uyanma mahmurluğundaydı ki bugün, kendisine şaşıp kaldı. Başını iki yana salladı bir süre. Bu durumun yorgunluktan ileri geldiğini düşünerek, umursamadı. Etraftaki ışık şavkında zerre değişiklik olmamasına karşın, etrafı daha aydınlık gördü. İşte o anda kilisede gözyaşı döken kadının hayali tüm canlılığı ve gizemliliğiyle sardı adamı. İzlenimi son ölçüde güçlü ve isabetliydi. Gizemli bir sevgiyle duygulanma ve yüzün dingin, yumuşak çizgileri içinde öylesine bir tutkuyla canlanmıştı ki gözleri kararmaya başladı. Gövdesinin her organını bir alev kapladı ama bu hayal pek de uzun sürmedi. Yüksek coşkusundan sonra Efrain’i önce gizli bir düşünce, daha sonra kızgınlık, sonra da anlatımında güçsüz kaldığı bir öfke kapladı. Ne yaptığını dahi bilmiyordu açıkçası, delirme uçurumunun kenarındaki ipte cambazlık yapan biri olarak hayal etti kendini, ardından tüm bunlarda en ufak bir gerçekçilik olmadığından ötürü bunları da önemsemeyerek, yılların eskitemediğini düşündüğü vücudunun beyninden atıverdi.
Mavi gözlerini gene kızın üzerine dikti. Çünkü an itibariyle yapacak hiçbir şeyi yok, söyleyebilecek hiçbir lafzı yoktu. Ağzındaki istemsiz seğirmeyi dahi engelleyecek idraki kalmamıştı. Kendi düşüncelerini kaile almadığı gibi, davranışlarını da umursamıyor, sapkın bir bataklık içinde pislikle güreşen biriymişçesine kararlı bir görünüm sergilemesine karşın ruhundaki ürkek kediyi okşamamaya gayret gösteriyordu. Her açıdan garip, anlaşılmaz, delicesine bir yüreğine sahip fakat içinde ki ölüm korkusu dört bir yanını sarmış biriydi Efrain. Bilim ile teoloji arasında olan ve her iki taraftan saldırıya uğrayan bir hiç kimsenin ülkesinde yaşıyordu ve anlaşılan bu paranoyak evrende yaşamaya devam edecek, ilerletirsek orada ölecek daha da ilerletirsek orada yakılacaktı.
Hasret, şefkat, özlem, kin, umarsızlık, ilgisizlik, dikkatsizlik, çapkınlık, şehvet… İnsan üzerinde var olan o kadar duygu ve davranışın içerisinden, birçoğuna aynı anda sahip olabilme dezavantajına sahip olmakla beraber, çılgın bir rodeo atçısı gibiydi Efrain. Belki dıştan, delicesine at süren mutlu bir Meksikalı izlenimi veriyordu ama görülen her şey değildi anlaşılan. Yüz gülerken insan ağlayamaz mıydı? Sahi ya, Victor Hugo bile böyle yazmamış mıydı şiirinde? Canlı örneklerinden biri bu kırmızı dudaklı adam değil miydi ki, bu dizeleri dikkate almasın?
Efrain, işte böyle çelişkilerin içerisinde kaybolup gitmeye yüz tutmuş sayfaların özlemle birbirine baktığı gibi, sararmış bir hüzünle kıza baktı, bir de kendine baktı. Evet, oldukça yakınlardı birbirlerine. Ama hiçbir zaman tam anlamıyla birlikte olamayacaklardı, hissedebiliyordu Efrain. Toplum tarafından hoş karşılanmayan fikirlere sahip olsa da, maneviyatı kuvvetliydi, belki de ırksal özelliklerinden olsa gerek genetik yapısı böyle idi, bilinmez. Kız ile kendisini bir sayfanın ön ve arka yüzleri olarak görüyordu. Sonsuza dek çok yakın fakat hiç buluşamayacak olan iki yüz. Farkındaydı, aslında kızın hırçın tavırları onda hoş bir izlenim bıraktığı gibi, bu kadar uzun sürmesinden de hoşnut değildi. Her ne kadar konuştukları üç beş cümle olsa da, Efrain, hiç cümle kurmamaya alışık biri olarak, bundan haz duymuş, bunu kızın farklılığı olarak düşünmüş değildi. Genelde, bu tür davranışlarda, hayhay deyip giderdi. Fakat kendisi de biliyordu ki, karşısında ismini, sanını dahi bilmediği kızın içerisinde, kendine ait özel bir şeyler bulunuyor, belki de bulunmuyor, Efrain, hiçbir zaman hissedemediği duyguları hissetmek için yeni icatlar çıkararak eğleniyordu. Tıpkı hiç görmediği babaannesini anımsadığı gibi, genelde bir ara kendisini beyaz saçlı bir kadının kucağında görürdü. Şüphesiz ki bu onun icat ettiği olmayan anılardan yüzlercesinden sadece birini açıklıyor, sadece birini ifşa etmekle sınırlı kalıyordu.
Efrain’in saçları dağınıktı şu an. Ne yapacağını, ne yapması gerektiğini de biliyor değildi. Sallanmakta olan bir binanın balkonunda keyif çatmaya çalışan biri gibi hissetti kendini. Ya da şu Muggle oyunlarında her şeye “yaparım” diyen köylüler gibi. Evet, başkalarına değer veren zihniyetlerden hoşlanmazdı. Fakat her ne olursa olsun; bu zihniyetler hakkında hiçbir şey bilmemesine karşın yorum yapan kişilerden de haz etmez, “bilmediğin konuda çeneni kapa” düsturunu benimsemiş biri olarak bu kişilere karşı müthiş bir savaşım vermekle beraber, sadece uzayıp giden bir yolda yürümeye devam eden statükocu bir adam izlenimi verir ve bu uğurda yok olup gitmeyi de kabul ederek, insanlara öğütlendirici kurallar koymayı kendisine misyon bellemiş biri olarak hayatını sürdürüp devam ettirirdi.
İşte kimilerine göre “müthiş gizemli bir karakter” olan Efrain kimilerine göre “anlaşılmaz olmaktan zevk olan bir salak” olmuştu. Kendisi ise gene kendisini tarif ederken iki düşünceyi birleştirerek; “müthiş gizemli salak biri” derdi. Belki de kendisine haksızlıktı bu. Ama ertesi gün de, ergenlikteki genç kızlar gibi davranarak “en müthiş benim” diye yatağından kalkar, etrafına gülümseyerek bakar, diğer gün ise, keşke ölseydim diye yatağından fırlayarak bütün gün odasından çıkmaz. Tarif etmenin bu kadar zor olduğu biridir Efrain, bir koku gibi. Nasıl ki çileğin kokusunu hiç koku almayan birine tarif edemezseniz, Efrain’i de hiç kimseye tarif edemezsiniz. Zira Efrain’i “tanıyan” yoktur. Kendisi bile kendi benliğini fark edememekte, kendisi bile çoğu zaman kendisine söz dinletememekte ve bilmeden konuşanlara karşı verdiği savaşıma benzer bir savaşımı gene içinde bulunan mahlûkatla vermekteydi. “İçimde biri var” tarzı bir yaşantıyla, garip, destursuz fakat düsturlu, prensipli, salaş ve tabiri caizse abudik gubudik bir yaşantıyla, senelerini geçirmekte, anılar icat etmekte, kendisini kör bir karanlığa sürüklemekle beraber, bu karanlıktan dolayı tanrıya şikâyet etmekteydi.
Bu tür davranışlar Efrain için olağan bir şey olduğu gibi, sokakta görüp görebileceği en normal şey olarak da tabir edilebilirdi. Kendi davranışlarına alıştığı gibi, karşısında ki kaç yaşında dahi olduğunu bilmediği kıza hiçbir söz etmemekte, kendisini 1900’lü yıllara giriş yapmakta olan biri gibi görmekte, her şeyden habersiz bir zat olarak etrafa tanıtmakta ama kendisi dahi, kendisini kandıramadığını bilmekte… İşte böyle üstünkörü yaşayan, tekdüze şeyleri önemli fakat ehemmiyetli mevzuları önemsiz sayan bir adamdı. Aslına bakarsak, kendi hakkında sayfalarca yazabilecek olan fakat bu konuda megalomanlığa kaçmayıp, kendi kusurlarını da belirtebilecek nadir insanlardandı Efrain. Belki de İtalyanların hepsi böyledir diye düşündü önce fakat adından daha emin olduğu bir şey vardı ki; o da kendi içindeki kendisini kandıramayacağıydı. Keskin bir zekâya sahipti içinde yaşayan benlik, o yüzden onunla uğraşmıyor, gerçekmişçesine kabul ediyor, arada sırada onun yok olduğunu düşünse de bu düşüncesinde dikiş tutturamıyor ve şizofren olduğuna kanaat getiriyordu. Bu ve bu bağlamda delirmişçesine bir tutku içerisinde kavrulsa da, suratına bunu aktararak, hiç kız görmemiş bir İrlandalı izlenimi vermek istemiyor, aynı anda mutluyken; sırtına yağlı kırbaçlar vurulduğunu hissediyor, fakat hem mutlu hem de acılı olduğunu anladığı vakit; şizofren olduğuna kanaat getirdiği gibi, mazoşist olduğuna da kanaat getiriyordu. Belki de bu ve bunun gibi özellikleri bütünlersek, Efrain, dünyada tekti. Bu şekilde düşünüp, bunları ustaca ifade ettiğini düşünmekle beraber, salgın bir hastalığa kapılmışçasına umutsuzluk içinde kavrulmasına anlam verememekte, sanki her şey bir an için gözünün önünden sıyrılıp gitmekteydi.
Efrain, arada sırada delirecek gibi olur fakat kendisinin tanrı tarafından kutsiyet verilmiş bir zat olduğunu düşünerek, bunların da kendisine bir imtihan olduğunu söyleyen rahibe kanarak hayatına devam ederdi. Ki bahsedilen rahip, daha geçen gün insanların ruhundan şeytan çıkarmaya çalışan garip bir adamdı. İroniler, paradokslar, şizofreni içerisinde bedeninin çürüyüp gideceğini ve kemiklerinin dahi asitler dökülüp yok olacağını kanısındaydı adam. Belki de büyük bir saçmalıktı bu, belki de hayatın gerçeği. Hiç ölmemek için yaşardı aslında. Fakat sahip olduğu her şey ona ölümü hatırlatıyor, vakıf olduğu her şeyde ölüm gerçeğini görüyor, çürümüş cesedinin ardından cenazesi gözlerin önüne geliyor belki bir balıkçı pazarında kanlar içinde yatıp yok olacağını sanıyordu. Bunun gibi düşünceleri ile beraber arada sırada halüsinasyonlar görmekte, bu da şizofren olduğu kanısını arttırmakla beraber bu konuda iyice düşünmesine sebep oluyordu.
Hiçbir zaman gençlik coşkusunu da yaşamamıştı Efrain. Ne partilere gitmiş, ne merakla sigara içmiş, ne de ailesinden gizli içki höpürdetmişti. Hatta tüm arkadaşları, arka sıralarda oturup mastürbasyon yaparken dahi, bunlara merak göstermemiş, sessiz ve sükûnetli bir şekilde köşesinde yok olup gideceği günü hayal etmişti.
Eskiden bu tür şeylere ilgi dahi duymayan bu çocuğun, şimdi barlardan çıkmıyor olması ve kadınlara olan ilgisi de hayatındaki binlerce, milyonlarca, milyarlarca ironiden yalnızca biri olmakla beraber; adamın hayatı için hiçbir şey ifade etmiyordu. Şu an o kadar karmaşıktı ki kafası, ölmeyi dahi düşünebilir hatta garipçe intihar edebilir belki de bir daha kimse onu göremezdi.
Kıza döndü, vakit geçmiş, dünya dönmüş, hayat bitmiş gibi geldi ona. Burukça gülümsedi, annesinden öğrenmişti bu gülüşü. Ne zaman babasıyla annesi kavga etse, annesi bu gülüşü sergiler, ardından kafa sallayıp “peki öyleyse” bakışları atar, odasına doğru yürür giderdi. Efrain de aynısını yaptı, kafa salladı. Ardından kadifemsi sesini sundu, ışık şavkları içerisinde güzel kıza. “Hayır, aslına bakarsan bir bahane değildi. Fakat sanırım bahane olmasını dilerdin.” Ayağa kalktı, masasına geri döndü. Kız da umursamaz davrandı bir süre. Efrain de ona keza, belki de hakkında takıntı yaratmaya, belki de silip atmaya uğraşıyordu bilinmez. Efrain’in yaptığına mana çıkarabilenler sadece tanrılar olabilirdi.
Kız bir daha suradına dahi dönüp bakmadı, Efrain bunun basit bir hayal olduğunu düşündü. Hem kendisinin aşk ile sevgi ile nasıl bir ilişkisi olabilirdi ki? Aklındaki düşünceleri bir kenara itti, garip fikriyatları silkeledi, bütün ruhaniyetini hakikî Efrain'e dönüştürdü ve usulca tahta gıcırtısı eşliğinde kapıdan çıkıp gitti. Bir daha mı? Tövbeler Tövbesi!
| |
|