London Never Sleeps
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Hoş geldin .
Londra senin için Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri uyumuyor.
Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri buralarda takılmadın.

Aramıza son katılan https://lnsrplay.yetkin-forum.com/u398, Londra'ya hoş geldin!
Sitemiz bir rol oyunu sitesi olduğundan lütfen bu amaçla, Ad Soyad şeklinde kaydolun.
Rol oyununa başlamadan önce Başlangıç Rehberi'ni mutlaka okuyun.
London Never Sleeps toplu konuşma: Chatbox.
Rol oyunu puanlaması için: Tık.

 

 let her into your heart.

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

let her into your heart. Empty
MesajKonu: let her into your heart.   let her into your heart. Icon_minitimeC.tesi Şub. 04, 2012 6:58 pm

let her into your heart. Tumblr_lyvtqwMsfM1qbhj1jo1_400
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

let her into your heart. Empty
MesajKonu: Geri: let her into your heart.   let her into your heart. Icon_minitimeC.tesi Şub. 04, 2012 7:00 pm

Zamanını nasıl geçirmesini bilmediği gibi odayı saatlerdir terk etmeyen sivrisineğe artık alışmış ve kendinden utanmaya başlamıştı. İki gün. Hayır, hatta daha fazlası. Günlerin bu kadar hızlı geçmiş olmasına anlam veremiyor, elindeki kırık yüzünden yapamadığı şeyleri görmesinler diye onlarla birlikte vakit geçiremiyordu. Geçen yaz tatilinde akşam saatlerinde bir barda çalarak kazandığı parayla aldığı playstation ile oynayamadığı için canı gidiyor, odasında tıkılı kaldığı her zamanki gibi bir şeyleri tamir edemiyordu. Aldığı prozac’e bir de vidocin eklenmiş, acısını dindirse de canını sıkıntısını geçirmemişti. Çekmecelerin altına bantladığı sigara stoklarını ortaya döküp tekrar içmek istediği anda odasını terk etti. Merdivenleri çıktı, kızının olduğu kanepeye geçti ve o elindeki kitaba dalmışken o henüz farkında olmadığı dakikalar boyunca onu izledi. Elinin sızlamaya başladığını fark ettiğinde tekrar canlandı tüm anıları, derinleşen nefesleri yüzünden ona çevirdi yüzünü Prudence. Bu tanıdık suret onu daha da derinlere götürdü.

Kimsenin onu sevmesine, nasihat vermesine ihtiyacı yoktu. Kadının üzerindeki kıyafete bir göz gezdirip, ardından saçlarında gezinen bakışları sonucunda verdiği kararla onun kendisine çekidüzen vermesi gerektiğini söylemesi tepesini attırmıştı. Sanki kendisi bir alkolik değilmiş gibi o süslü hali ve büyük ihtimalle evin bu ayki ihtiyaçlarına harcayacakları paradan daha yüksek fiyata aldığı çirkin broşuyla poz vermeye devam ediyordu cümlelerini sıralarken. İlk başta bir kadın olduğunu hatırlamasa yüzünü oracıkta dağıtabilirdi, tek bir yumrukla bacaklarını birbirlerine kenetlemiş halde oturduğu uzun tabureden düşüp yere yığışmasını sağlayabilirdi. Yere serilmiş bedeniyle kana bulanmış yüzü canlandı gözlerinde, bardaki insanların neredeyse çoğunun onu tanıyor olması korkuttu kendisini ve evin iki blok ötede olması. Bu “hane halkı”nın kulağına gidebilir ve büyükbabasının o aşağılayıcı, artık bir iş bulması gerektiğini söyleyen bakışlarına maruz kalabilirdi. Gerek yoktu, canım, gerek yok.

“Gözaltlarındaki morlukların uykusuzluk değil de aptallığının belirtisi olduğunu sanıyorum canım, artık içmesen çok daha iyi olacak.” Ve oraya yalnızca geçen hafta bırakıp gittiği ceketi için gelmişti ve sinirlendirmişti kendisini önyargısı ve niceleri. Cümlesinde herhangi bir anlam dahi yoktu, ya anlamıyordu ki bu düşük olan ihtimaldi ya da saçmalıyordu ki bu üzerinden yükselen kusmuk kokusuyla onaylanıyordu kendi fikrince. Evet, son hafta içinde belki de yalnızca 10 saat uyuyabilmişti ancak- Ne ilgisi vardı söylediklerinin? İçmeseymiş? Odaya gireli yalnızca birkaç saniye olmuş ve kendisini tanımıyordu bile. Sinirlendirdi kendisini, aldırış etmemeye alışkın olsa dahi bu kadın ona birisini hatırlatıyor ve nefretinin açığa çıkmasına neden oluyordu. Gene de suskun kaldı ilk başta, ceketini sordu. Cebinde bir anahtar olduğunu, ucunda acemi bir el yazısıyla “lowell” yazdığını anlattı ve o getireceğini söylediğinde olduğu yerde bekledi. “Kendi kendine konuşmayı seviyor olmalısın, hadi, durma.” Tam zamanı, ceketi aldıktan sonra teşekkür edip ardına döndü ve hızla çıktı oradan. Barın camları önünden kaçtıktan sonra binanın duvarına geçirdi yumruğunu, yere bıraktı kendisini. Ceketinin kumaşı üzerinde gezindi diğer elinin parmakları, acısını bastıran bir histi bu. Aynı duvarlar üzerinde gezinen ve bir süre sonra uyuşan parmaklardaki gibi. Cebi buldu, içindeki anahtarlığı aldı avucu arasına. Hastaneye gitmesi gerekecekti, başını ardına yasladı ve en yakında hangisinin olduğunu düşündü.

Aynı yedi yıl önceki o gece gibi. Ancak o gece Globe’taydı, yalnızdı ve eline iyi bir miktar geçtiği gecelerden, cebinde ailesinden kalanın haricinde bir para olduğu gecelerden birisiydi. Karnını mikrodalgaya ihtiyaç duymadan doyurabilirdi. O kendisine laf attığında ilk kez karşılaşmıştı suretiyle, düz ve sarı saçları bir atkuyruğu halinde toplanmış ve yüzündeki tek dikkat dağıtıcı şey dudaklarındaki kırmızı rujdu. “Yorgun görünüyor ve burada olmanın nedeni herhalde günlerdir çalışmış olman.” Bakışlarıyla karşılaştığında gözlerini gözlerinden ayırmadığını fark etti ve farkında olmadan bir gülümseme belirdi ifadesinde, karşılık koyamadığı tek şey ilgiydi ve masum ifadelerin ardına saklanan insanlarla karşılaştığında kolayca çözülebiliyordu o sert ifadesi. Şimdi bu gerçekleştiğinde zorlukla karşılık veriyor, bir şekilde kişiyle arasında kavga çıkıyor ya da sessizliğini koruyup uzaklaşıyordu. Restoran kısmından uzaklaşıp bara gelmiş olma nedeni sevgilisinden kaçmak istemesiydi, tuvalete gideceğini söyleyip masadan kalkmış ve yaklaşık 15 dakikadır burada oturduğunu söylüyordu. “Lavaboya gitmen gerektiğini söylediğinde tek kelime dahi edemiyorlar, içeride her şeyi yapabilirsin. Tabii yarım saati geçmediği sürece.” Kendisi tek kelime dahi etmemiş olmasına rağmen anlatmaya devam etti, ta ki o “Bir yerlere gitmek ister misin?” diye sorana dek.

Taksiye atladıktan sonra onu evinin karşısındaki bara götürdü ve sabaha kadar orada oturdular, biraz o konuştu biraz kendisi, tabii çoğunlukla o. Bu iki sömestrı evde geçirecek, gelecek yıl eğitimine geri dönecekti. Önünde 11 ay vardı ve vaktini Avrupa’da geçireceğini söyleyerek geçiştirmişti ailesini. O haftayı evinde geçirdiler ve sonraki ayı. Korunmasını istemediğini söylediğinde Jude şaşırdı, tek yaptıkları öğle saatlerinde birbirlerine kitaplar okuyup televizyondaki pembe dizileri izlemek ve akşama doğru kanepede uyuyakalmaktı. Saat ilerledikçe ikisinden birisi uyanıyor, diğerini kaldırıp yemek yemelerini sağlıyor ve tekrar yatağa dönüyorlardı ve korunmayacak olması aklına tek bir fikir getiriyor, korkmasına neden oluyordu. Üzerinden çekilip yastığa yasladı başını, bakışları tavanda ondan kaçıyor, ne söylemesi gerektiğini söylemiyordu. “Bir çocuğumuz olabilir, ona bakabiliriz. Görüp görebileceği en iyi ebeveynler oluruz.” Zayıf noktasıydı herhalde bu, aile kavramı onun içini ısıtıyordu ve ne de olsa çocukluğundan beri anne ve babasıyla gördüğü herhangi bir çocuğu kıskanmıştı. “Neden olmasın?” dedi. Onun yüzüne baktığında gözlerini kıstı, “Ciddiyim.” diye mırıldandığını duyduğunda bir öpücük kondurdu yanağına. O şubat hayatının en güzel dönemiydi ve ondan sonraki birkaç ay.

İki mevsim sonra küçük kız doğdu, annesi bebekle birlikte yalnızca altı hafta geçirdi ve sonrasında- Ailesi annesinin adresini hastanedeki kayıt sayesinde bulmuş ve kapıya dayanmışlardı. Giderken geri döneceğini söyledi ve bebeğin ellerine uzun öpücükler kondurdu. O günden sonra görmedi onu, insanları tanımak istemediğine de böyle karar verdi.

“Parka gitmek ister misin Prudence, dışarıda hava çok güzel. Hem scooter’ına da binebilirsin.” Oysa kendisi ağaçları sevmezdi bile.

Onunla geçirdiği zamanlarda istediği gibi davranabiliyor, onu iyi yetiştirebilmek için elinde ne varsa yapıyordu. Elinden geleni değil, prensip değil de karşı çıktığı ve kendisine yakıştıramadığı şeyler vardı. Gerçi, şimdiye dek herhangi bir sorun olmamış; gereken yaşlarda konuşmaya başlamış, yürümüş ya da altındaki bezlerden kurtulmuştu. Biberon hariç. Sütü hala biberonla içiyor, bir şişeyi yaklaşık yarım saatte bitirerek keyfini çıkartıyordu. Uyku pozisyonunun aksine süt içerken sırtüstü yatar, bacaklarını havaya kaldırıp kendisine doğru çeker ve tek kelime etmezdi. Kitabı bırakıp ayağa kalktığında yanağına bir öpücük kondurdu babasının.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Prudence Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Prudence Lowell


Mesaj Sayısı : 15
Nerden : kreş

let her into your heart. Empty
MesajKonu: Geri: let her into your heart.   let her into your heart. Icon_minitimeC.tesi Şub. 04, 2012 9:44 pm

Birisinin ağlamasından, üzerindeki tişörtün yırtık olduğunu söyleyip çöpe atmaları gerektiğini söylemesinden ve saçlarına dokunulmasından nefret ettiği gibi kitaplara da aynı tutkuyla tapıyordu. Henüz harflere anlam veremese dahi resimler üzerinde gezdiriyor parmaklarını ve babasının sesiyle aklında kalan parçaları hatırlamaya çalışıyordu. Şimdi avuçları arasında olanı ezbere biliyor, çizimleri ve hikayesi basit olsa dahi her dinlediğinde gülme krizlerine giriyordu. Aptalca şeyler yaptıktan sonra kıkırdamayı, insanların konuşurken söylediği deyişlere anlam veremediğinde gülmeyi seviyor ve boş zamanlarında canı sıkkınsa omuzları çökmüş bir halde evin holünde yürümeyi çok seviyordu. O evde büyüdü, merdivenlerinde emekledikten sonra yürümeyi öğrendi. Kedisi Mate ile bu evde tanıştı, onun eve getirdiği kertenkeleleri bu evde besledi. Kendisinin aksine yaşına uygun bir boya sahip değildi kedi, babasıyla birlikte sokakta bulmuşlardı ve eve getirip beslemeye başlamışlardı. Son sekiz ayda tam olarak büyümese de artık yürüyebiliyordu. Bir keresinde saksıyı devirip gözünün tam anlamıyla çıkmasını sağlamış, gözü tamamen çıkmamıştı tabii ki, ve sabaha dek oynayarak geri yerine sokmuştu. Tam olarak evde yaşamasa dahi gündüzleri eve uğruyor ve mutfaktaki kabından hazır olan mamasından alıp tekrar sokaklara dönüyordu. Çok seviyordu Mate’i Prudence, önce babası ve sonra o. Tabii bir de büyükbabası -aslında babasının büyükbabasıydı ama her neyse- vardı; yaşlı adam onu çok sever, babasının aksine o saçma oyunlarına katlanırdı. Evcilik, deniz kızıcılık ve korsancılık oynarken ona eşlik eder, bodrumu boşaltıp kalorifer borularının arasına ipler germesine izin verirdi. Ne için mi? Ajancılık. Sırf bu yaz tatili yüzünden.

Yaz tatili yüzünden televizyon izlemeye başlamış ve her ne görürse onun oyununu yaratmaya başlamıştı. Tam kendi kendine oyun oynama yaşı olduğundan başkalarına ihtiyaç duymuyor, emir veriyor ya da yardım istiyordu. Ancak yalnız bırakamıyorlardı onu. Üç katlı evde nerede olduğunu bulmak oldukça zordu ve herhangi bir çığlık gelse nerede olduğunu bulmak oldukça uzun sürüyordu. O yüzden evdeki en büyük odayı boşaltıp içeriye tüm oyuncaklarını yerleştirdiler ve uyumadığı zamanlarda orada yaşıyordu. Televizyon izlemek için de başka bir yere gitmesine gerek yoktu çünkü Jude kendi odasındakini söküp bu odaya getirdi. Artık salondakinden daha büyük bir ekrana ve geri kalan her yerden daha büyük bir alana sahipti, teşekkür olarak bir resim yaptı. Gülümsemeleri suratını kaplayan, karalanarak büyütülmüş iki noktadan gözler ve uzun bir çizgi halinde bir buruna sahip olan babası ve kendisini çizmişti. Ayak parmakları, ayakkabıları, ayakları ya da orantılı bir vücutları yoktu ama el ele tutuşuyorlardı; bu yetmişti.

Üzerinde gene üzerinde çizgiler olan askılı elbisesi vardı, kaskını takmıştı ve pembe scooterını sürüyordu kaldırımda. Babası birkaç adım arkasından geliyor, gene de ona yetişebiliyordu. O kadar da hızlı sürdüğü söylenemezdi scooterı, yeni yeni öğreniyordu sürmeyi. İki yıldır kendisinin olsa da hala dengesini sağlayamıyordu üzerinde ve korktuğu için yavaş gidiyor, bisikletiyle birlikte aldıkları kaskı kafasından çıkartmıyordu. “Geçen gün evimize gelen kadın çilkin olduğumu söyledi.” Karşıya geçmek istediklerinde kırmızı ışık yanıyordu ve durmak zorunda kaldılar, babası elini omzuna attı.

“Gerçekten bunu umursamıyorsun değil mi? Kadının o çirkin çocuklarını gördüğünü sanıyordum, yan binada oturuyorlar. Bir tanesi şişman, bir tanesinin dişleri bile yok.” Bu güldürdü bu küçük kızı, o küçük dişlerini göstererek gülümsedi her zamankinin aksine komşularını sözlerine inatla.

“Karşıya geçelken elimi tutabilir misin?” Başıyla onaylayıp onu scooterı aldı sağlam olan eliyle ve bileğine dolandı Prudence’ın parmakları. Yeşil ışık yandığında yürümeye devam ettiler. Yürüdüler ve yürüdüler, hayır, yalnızca Jude yürüdü. Scootera bindi tekrar Prudence ve yürüdüler ve yürüdüler, yani, ilerlediler diyelim. Scootera biniyor ya Prudence, ondan.

Pumpkin ya da niceleri gibi lakaplara ihtiyacı yoktu, zaten adı o şarkıdan geliyor ve pek de sevimli bir hale getiriyordu. Adı hariç herhangi bir kelimedeki r’yi söyleyemiyordu, adındakini yuvarlıyordu gerçi. Her neyse. Pludence ne kadar çirkin olacak olsa bile o r’leri söyleyememe yetisi, ya da kaybı, onu sevimli bir hale getirebilirdi ilerde. Y de değil, L.

Derin ancak uzun süre aralıklarla nefesler alıyor, babasının her adımına karşılık üzerinde olduğu scooterı bir kez ittiriyordu. Henüz vücudunun herhangi bir tarafı daha çok güçlenmediği için ayaklarını değiştirip yorulma süresini en aza indirebiliyordu. Ama gene de pes etmek zorunda kaldı ve ayağının hemen ardındaki frene basıp, ki bu birazcık anlamsızdı çünkü kendisini ittirmeyi kestiği anda durabilirdi scooter, durdurdu kendisini ve “Bilaz dinlenebilil miyiz?” Söylediklerini anlamamasından şüphe etmiyordu konu babası olduğunda, henüz kreşe gitmeden önce konuşamadığı zamanlarda el işaretleri ya da çıkardığı garip seslerle de anlaşıyorlardı. Eğer parmağını diline götürüp ağzını şapırdatırsa süt istiyor demekti, ya da eğer parmaklarını bir yengecinki gibi açıp kapıyorsa uyku arkadaşını istiyor demekti. Uyku arkadaşı battaniyesi son günlerde paramparça olmak üzere olsa da babasının dolabında aynısından iki tane daha görmüş olduğu için aldırış etmiyordu. Gerçi kokusu şimdiki gibi güzel olmazdı, çamaşırları yıkarken koydukları yumuşatıcı sayesinde adeta kendi kokusu vardı Prudence’in. Saçları, giysileri, oyuncakları ve odası bu kokuyla kaplıydı ve eğer bu koku sinmişse bir şeyin üzerine bu ona ait olduğu anlamına geliyor gibiydi.

“Acaba ne zaman kaykaya binebililim. ya da paten. Patenlel aslında bilaz daha çilkin ama kolay gibilel. Kaykaylalın altında hani çıkaltmalal gibi desenlel oluyol ya, onları çok seviyolum. Belki üzerinde çizgi film karaktelleli olanlaldan bulabililiz, ha? Ne delsin?” Usanmayacağı tek şey varsa o da konuşmaktı.

“İstersen mor patenler de alabiliriz. Kaykay biraz tehlikeli geliyor.” Bakışlarını kaçırdığını gördüğünde pek de aldırış etmedi küçük kız, onun baktığı yere baktı, yere. Anlam veremedi, onun yüzüne çevirdi bakışlarını gene.

“Mol mu?”

“Moru sevdiğini sanıyordum.”

“Evet, ama bilaz. Mavi kadal değil, daha çok maviyi seviyolum.” Mavi’yi doğru düzgün söyleyebildiği için değil, daha çok mavi vardı etrafında ve maviydi o gördüğü kaykayın altındaki desenler aynı üzerindeki elbisenin beyaz kumaşının üzerine yayılmış çizgileri gibi. Babasının ekşittiği yüzüyle karşılaştı ve anlatmaya devam etti. “Evet. biliyolum, önce pembe, sonra mol, sonra mavi diyeceksin ama ona bakalsan büyükbabam da en sevdiği lengin yeşil olduğunu düşünüyol. Yeşil yani, kim sevebilil ki?” Ağaçları severdi ama kuşlar kadar değil, çimler ya da yapraklar çiçekler kadar mutlu etmezdi kendisini. Papatyalardan taç yapabilir miydi ki babası? Yapardı tabii. Ama, eli- Yapabilir miydi ki?
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

let her into your heart. Empty
MesajKonu: Geri: let her into your heart.   let her into your heart. Icon_minitimeC.tesi Şub. 04, 2012 10:40 pm


O yürürken onu izlemek dahi keyif verebilirdi kendisine, şimdiye dek kimseyi böyle sevmemişti. Kimseye adamamıştı kendisini böyle, annesine dahi ki şimdi nefret ettiği kadınla onun annesi arasında milyonlarca fark vardı ve hatırlar hatırlamaz onun suretini canı sıkılıp yüz ifadesi çabucak değişti. Yürüdükçe onu unutuyor, gününü eski haline getirmeye çalışıyordu. Kaldırımdan devam ettiler, karşıya geçip parka girdiler ve biraz patikada ilerledikten sonra Prudence yorulduğunda duraksayıp bir banka oturdular. Açtığı sohbet konusu her zamanki gibi dilekleri, babasının yerine getirebileceği isteklerdi. Bu onun en tatmin edilebilir yaşta olduğu dönem olduğu için ne isterse yapıyor ve geleceğini korkuyla bekliyordu, oldukça zekiydi kızı. Yeni nesil mi yoksa kızı mı bilmiyordu, okuldaki arkadaşlarından daha mantıklı konuşuyordu en azından. O dil dolanmaları hariç, ki kendisinde de vardı belli bir yaşa dek ve sonrasında geçmişti. Gerçi hala vardı, uzun süre konuşursa dili dolanır ve konuşmayı keserdi. Herkes onun soğuk olmasını bu yüzden düşünüyordu belki de- Ki hayır, soğuktu bir kere. İnsanları sevmez, onlardan uzak durmaya ve kaçmaya çalışırdı. Yetiştirilişiyle ilgili, duvarlar pek de arkadaş canlısı olmamıştı tabii.

“İstersen mor patenler de alabiliriz. Kaykay biraz tehlikeli geliyor.” Kendi küçüklüğünden bahsetmesi gereken kısımdı bu ancak atladı, hatırlamak istemediği herhangi bir yıldan bahsetmesi canını sıkacak ve günün geri kalanında somurtmasına neden olacaktı her defasındaki gibi. O yüzden kızının konuşmasını izledi, o büyük burnunu ortaya çıkartan gülümsemesinin ardına saklandı gene. Dişleri gözükmeden, hafif bir gülümseme. Farkında olmadan ne kadar da çok geriyordu kendisini, her neyse.

“Evet, ama bilaz. Mavi kadal değil, daha çok maviyi seviyolum.” Gözlerini kıstı, ne çabuk fikrini değiştirmişti böyle? İki hafta mı? Pembe üzerinde neredeyse konuşmayı öğrendiğinden beri duruyor olmasına rağmen neden mordan çabucak vazgeçmişti. Tam ağzını açacakken- “ “Evet. biliyolum, önce pembe, sonra mol, sonra mavi diyeceksin ama ona bakalsan büyükbabam da en sevdiği lengin yeşil olduğunu düşünüyol. Yeşil yani, kim sevebilil ki?” ve annesininkiyle aynı olan göz renkleri. Onunkiler daha koyuydu sanki. Hatırlamak istemiyordu gerçi.

“Yeşil çirkin mi yani? Göz renginin yeşil olduğunu biliyorsun değil mi?” Kaskını çıkartmak isteyip istemediğini bilmiyordu ama önündeki saçları gene de ittirmeye çalıştı. Saçlarını geçen ay kestirmişlerdi, artık bukleleri kaybolmuş uzun aralıklarla bazı dalgalar vardı. Toplamaya itiraz ediyor ve yalnızca birkaç kişinin saçlarına dokunmasına izin veriyordu.

Ayaklarını kendisine doğru çekip bağdaş kurdu ve bedenini babasına çevirdi Prudence. “Hayıl, tabii ki değil ama- Kimin en sevdiği lenk yeşil ki?” Kolunu bankın ardına attı babası da.

“Sanırım haklısın, pembe kızlar içinken mavi erkekler için kullanılıyor. Sarı ya da yeşil ise- Telettubbielerin renklerini hatırlıyor musun? Onların arasında da mavi ya da pembe yoktu.” Süpürge gibi şey hariç, gelip üzerinde gülen yüz olan kurabiyeleri yiyen hani. Hep o kurabiyelerden yemek istemişti, yani, son yıllarda istedi. Prudence var olana dek pek de arası yoktu televizyonla, evde bir televizyon yoktu doğrusu. Sonrasında aldılar, salona ve kendi odasına. Geceleri kendisiyle birlikte yatıyordu Prudence ve o uyumadığı gecelerde çizgi film olan kanalları açmak en kolayıydı. Beşiğinin içinden o saçma sapan müzikleri dinlerken küçük kız, Jude onları izlemek zorunda kalıyordu. Bir süre sonra hile yapmak için kullandı, yanağını gösterip elindeki DVD oynatıcıyı verdiğinde karşılık alabiliyordu yani. Öpücükleri çok nadirdi ilk başta, kendisine çekmiş olacak ki nadiren sarılırdı kendisine ya da nadiren onu sevdiği söylerdi. En azından söylüyordu, en azından buna sahipti.

Eğer Prudence’i alıp gitmiş olsaydı ona büyük bir nefret duyardı, aynı şimdi ki gibi. Hatta daha fazlası, Prudence’in kendisinden nefret ettiğini düşünür ve canını sıkardı. Şimdi ise nasıl kızı olmadan yaşadığını anlamıyor ve ondan nefret ediyordu, bu daha iyiydi tabii ki. Kızı almamıştı, aklında neler döndüğünü anlamayacaktı hiçbir zaman. “En iyi ebeveynler oluruz.”muş, evet gerçi, Jude bunu tek başına gerçekleştirebilmişti belki. En iyisi olmasa da.

Asla ağlamadığı yalanını söylemeyecekti kızına, ne büyürken ne de sonra. Çocukluğu büyükbabasının evindeki odasında yatağında uzanarak geçmişti, bir de koşardı her gün. Her sabah ya da günün belli bir dilimi değil, 9 yaşından sonraki her gün. Yorulduğunda durur, acıkmışsa eve dönerdi. Koruluğun içinde koşturur dururdu her gün, akşama doğru salona inip dersleri için gelen kadınla birkaç saat geçirir ve tekrar koşmaya dönerdi. Sıska bedeninden buraya geldiğinde kurtulabildi, yemekler çok daha iyiydi. Eline geçen parayla istediğini yapabiliyordu ve hesaplarına göre ellilerinin yarısına kadar bununla geçinebilirdi. Sonra saklamaya başladı, yalnızca ihtiyaçlar için harcadı. Gitar çalarak kazandı biraz, birkaç restoranda ve birkaç barda. Artık yalnızca içmeye gidiyor, tüm gününü orada geçiriyor bazen. Tabii yazları değil, yazları kızıyla birlikte. Yazları kızı okula gitmiyor. Yazları eve geldiğinde dişleri arasında kalan çerez kabuğuyla uğraşması gibi bir durum oluyor, hiçbir şey yoksa makarna var. Prudence dahi suyu kaynatabilse yapabilir. Omlet var, krep var. Fıstık ezmesini herkes sever.

“Okulu özledin değil mi?” Bütün gününü evde geçirmekten artık bıkmıştı, belki büyükbabasıyla birlikte gidebilirlerdi hafta sonu. Gölde vakit geçirmek isterdi belki bu defa Prudence, belki gölgeleri sanmazdı köpekbalığı. Hem büyükbaba da yalnız kalmamış olurdu, beğendi bu fikrini ve o sırada başını sallayarak onayladı küçük kız. “Dün gece rüyanda karnendeki yıldızlar hakkında övünüyordun.” Karne dedikleri şey “Arkadaşlarımı dinlerim” ve “Güzel oyunlar kurarım.” gibi şeyler yazılı olan, yanına da bilumum geometrik şekillerin konulduğu bir kağıt parçasıydı. Microsoft Word’den buldukları fotoğrafları kullanmışlardı ve google’a yavru köpek yazıldığında ilk çıkan fotoğraf vardı aralarında. Golden Retriever’lardan nefret etme nedeniydi bu fotoğraf, ama neyse.

“Gelçekten mi?” Gülümsetti kendisini onun bu garip kelimesi. En sevdiği telaffuzuydu bu, aklındaki her kötü düşünce kaybolmuştu artık. “Evet, olağan gecelerde yalnızca gülümsüyor, suratını asıyor ya da kahkahalar atıyorsun. Geçen hafta bir gece uyanıp 10 dakika kıkırdadın ve sonra ağlamaya başladın.”

Ellerini iki yana kaldırıp yüzünü ekşitti ve “Hatıllamıyorum.” dedi. Gülümsemesi genişledi ve genişledi.

“Tabii ki hatırlamıyorsun, uyuyordun.” ve onun yanından ayrılmamıştı sabaha kadar, o uyandığında çekilmişti odasına.
bahsigeçenköpek:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Prudence Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Prudence Lowell


Mesaj Sayısı : 15
Nerden : kreş

let her into your heart. Empty
MesajKonu: Geri: let her into your heart.   let her into your heart. Icon_minitimePaz Şub. 05, 2012 10:38 am

“Yeşil çirkin mi yani? Göz renginin yeşil olduğunu biliyorsun değil mi?” Etraftaki tek ağacın koca bir çınar olması kendisini korkutmuş, aynı geceleri karanlığa baktığında olduğu gibi hayaller kurmuştu. Bu defa üzerine canavarlar atlamasındansad çınar üzerlerine devriliyordu bu gündüz düşünde. Yeşille karşılaştı bir kez daha,g ene saçma buldu bu rengi sevmeleri. Mavi en güzeliydi, göğü kaplamış ve her yere yayılmıştı. Kışları bile, yağmurda da mavi vardı. Yüzmeyi sevmiyordu ama deniz de maviydi.  “Hayıl, tabii ki değil ama- Kimin en sevdiği lenk yeşil ki?” Büyükbabasının. Gerçi o yaşlıydı, yavaştı ve o yüzden sayılmaz.  Senin gözlelin de mavi baba." ki bu da hayatında en çok sevdiği kişi oluyordu.

Parmaklarını yanağına yerleştirdi adamın, tıraşsız yüzündeki sakalların arasında gezinti. Bu hissi çok seviyor, ikinci kattaki balkondan bile ki oraya koydukları şişme havuzda oynamayı çok severdi. Barbielerin tek sevdiği yani ıslandıklarında da güz görünmeleri, mavi maymunu gibi erimiyor olmalarıydı. Mesela oyuncak Buzz'a bir şey olmazken Jess'in giydiği, inekleri tüyleri gibi gözüken desenleri olan yeleği ıslanıyor ve altındaki kotu kurusa dahi eskisi gibi ölmüyordu. Farkında olmadan iç çekti, bakışlarını Jude'unkilerle birleştirdi. Teletubbieler hakkında bir şeyler söylediğine rastladı, aralarında pembe ya da mavi olmadığını. Ama mor vardı. Moru sevmiyordu, güzel olsa bile biraz koyuydu ve bu ona karanlığı hatırlatıyor, canını sıkıyordu.

“Okulu özledin değil mi?” Evet, evet. Mate'i ne kadar sevse bile kedi kendisini babasından kıskanıyor, ne zaman onun kucağına yaslansa evde olmamasına rağmen bir yerleren çıkıp geliyor ve babasını çalmaya çalışıyordu. Aynı kahvaltılardan önce sandalyesine oturması gibi, babasını kendisinden kıskandığı için yapıyordu bunu.

Bir de  Frankie. Ne kadar çok şu aptal Arabalar filmini sevse de sınıflarında tek sevdiği çocuk oydu ve öğretmenleri Megan. Kimsenin sözünü dinlemese dahi onunkini dinliyor, peynir dahi yiyordu! Eric babasının getirdiği pizzalarda da vardı peynir ama henüz bunun farkına varamamıştı.

Süt ve dondurma hariç herhangi bir beyaz sıvıyı yemiyor, yoğurt ve peynirden nefret ediyordu. Puding bile, ki tadının güzel olacağını bilse bile inatlaşıyordu. Ama sütü çok severdi, patates kızartmasını be abur cuburlar hiçbir şey satılmazdı yanında. Ama babası yalnızca günde iki kez içmesine izin veriyordu. Okula gitmeden önce icçyordu mesela, çünkü bardaktan içmeye alışamamış ve öğle vaktinde herkes içerken kendisi içermiyordu. Sonra o sorunu evde içip gitmesiyle çözdüler. Bir de ikindi kahvaltısı. Mesela makarnaya peynir koyacaklarsa o sade yiyordu, mutfakta çalışan Ernie bunu biliyor ve Prudence için farklı bir tabak hazırlıyordu. Özlemişti okulu, kreşini, Sarı sınıfı. Mavi sınıfta olmak isterdi ama o altı yaş grubuydu, belki seneye. Başını sallayarak onayladı onu.

“Dün gece rüyanda karnendeki yıldızlar hakkında övünüyordun.” Gülümsedi bir anda ve o hiç söylememek için çabaladıği kelime döküldü dilinden, “Gelçekten mi?” Bir dahaki sefere daha düzgün ve içinde söyleyemediği bir ses olmayan bir kelime seçmek için çabalayacaktı. Neyse, babasıyla birlikteydi ve o bu r'leri söyleyememesini sevimli bulurdu. Neyse, her neyse. “Evet, olağan gecelerde yalnızca gülümsüyor, suratını asıyor ya da kahkahalar atıyorsun. Geçen hafta bir gece uyanıp 10 dakika kıkırdadın ve sonra ağlamaya başladın.”

Dün geceki rüyasından aklında tek kalan arkasında açık bir yer olan bir arabaya -kamyonet olduğunu bilmiyordu onun- binmiş ve dizlerini iki yanında oturan kızlara gösteriyordu. Başka hiçbir sey hatırlamıyordu, araba hızla hareket ediyor ancak o hıza rağmen ne savruluyor ne de bir yerlere tutunuyorlardı. Hikayenin ne başını ne de sonunu hatırlıyordu. “Hatıllamıyorum.” Aynı bazı geceler kanepede uyuya kaldığında onu içeri taşırken üzerini değiştirmeleri gibi, uyandığında elbisesi gitmiş ve yerine Elmo'lu pijamalarından birisi gelmiş olurdu.  “Tabii ki hatırlamıyorsun, uyuyordun.” ki uyumayı çok severdi. Tabii yalnızca sabahları, erken yatmayı değil. Çok galip. Mesela dün gece hiç lenk yoktu lüyamda. Siyahlı beyazlıydı."

"Evet, rüyaları ben de hiçbir zaman anlamamışımdır." Babasının uyuduğuyla çok nadir karşılaşsa dahi bir gece sayıkladığını görmüş, "Seni seviyorum, seni özledim." gibi şeyler söylediğini duyunca uyanık olduğunu sanıp yanına uzanmıştı. Uyandığında geniş kollarıyla sarılmış kendisine ve alnına bir öpücük kondurmuştu.

"Dün gece yanıma geldin mi?" Bundan neredeyse emindi ancak gene de sormadan edemedi. "Evet, sabaha dek yanındaydım. Uyku tutmadı." Zaten uyumazdı ve Prudence bunu çok sever, geceleri onun kendisini koruduğunu düşünerek daha rahat geçirirdi geceyi. "Uyumadın mı yani?" Uyuduğunu biliyordu ancak o kadar da uzun bir süre değil. "Hayır, uyudum ama güneş doğduktan sonra. Öğleye doğru uyandım ve büyükbabam seni henüz uyandırmamıştı." Bugün de geçen günlerde olduğu gibi ayrı kahvaltılar etmişlerdi, birkaç gündür -elinin kırıldığı günden beri olduğunu fark edemiyordu- büyükbabasıyla yan yana görmemişti onu. Pek de umursamadı, aklına başka bir şey geldi. Kuşlar. Gördüğü her şey ilgisini dağıtabiliyordu. Söyledilerini bir kez daha getirdi aklına. Evet, büyükbabası. "Neden bu ay hiç evine gitmedi?" Normalde yalnızca birkaç gün kalır geri dönerdi, bu defa ise haftalarca kalmayı tercih etmişti. Şikayetçi degildi, babasından çok daha iyi yemekler yapıyor ve televizyon izlemesine izin veriyordu; ama gene de merak etmekten alıkoyamadı kendisini. "Gitmek istedi ama elimi bahane ettim." Elini mi? Pek de umursadığını sanmıyordu babasının bunu, güçlü bir adamdı o. En güçlü adam. "Neden? Pek de acıyo'muş gibi dulmuyor." Küçük parmakları elindeki sargının üzerinde gezindi, yalnızca dokunduğu için canını yakmayacağını düşünüyor ve nazi davranmaya çabalıyordu.

“Biliyorsun, o oldukça yaşlı. Evde yalnız kalmasını istemem, gerçi hafta sonu geri dönecek. Burası ona biraz sıcak geliyor. Elime gelince, ilaçlar sayesinde. Gerçi daha önce bileğim de kırılmıştı, ona kıyasla bu çok acımıyor.” Kırıldığı geceden sonraki sabah dahi hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Güçlüydü babası, en güçlü baba.

"Daha iyi oluyol. Zaten okula da gitmiyolum. Billikte eğlenebiliyoluz. Onun daha geç sıkılıyol canı." Jude bazen yorulup oyunlarından odasına çekilirdi, hele son dönemde. Oyuncak bebeklere öğretmenlik yapmak, bale dersleri vermek ya da ailenin babası olmak canını sıkıyordu onu.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Jude Lowell


Mesaj Sayısı : 82

let her into your heart. Empty
MesajKonu: Geri: let her into your heart.   let her into your heart. Icon_minitimePaz Şub. 05, 2012 6:48 pm

Elinin birkaç katman ötesinde gezinden parmaklarının dokunuşları canını yakmaktansa gıdıklayıp geçiyordu tenini. Onu mutlu etmek için başka ne yapabileceğini düşündü, koşusturmalar? Sonra? "Akşama doğru alışverişe gitmeye ne dersin? Belki Minnie Mouse'lu tişörtünün aynısından bulabiliriz, ne de olsa eskidi." Bu mutlu ederdi onu, belki yeni mavi ayakkabılar. Adını söyleyemediği sandaletlerden de alabilirlerdi. O ne isterse. "Dondulma yiyebilil miyim?" Dişleri göstererek gülümsüyor, başını omzuna yaslıyordu. Kasktan hala rahatsız olmamış mıydı? Şansını denemek istedi ve avuçları arasında olmayan eliyle çenesinin altındaki şeyi çözdü. Saçlar terden alnına yapışmıştı ve bunlara inatla bazıları da elektriklenmiş, havada uçuşuyorlardı. "Tabii ki." dediğinde gülümsemesi daha da genişledi. "Peki kitap alabilil miyiz?"

"Boyama ya da faaliyet için mi?" Nefret ettiği bir kelimeydi ve Prudence’ın okula gittiği günden beri bu kelimeyi milyonlarca kez söylemiş olması yetmiyormuş gibi veli toplantılarında dahi bu kelimeyi kullanmaktan çekinmiyordu. Boya, noktaları birleştir, Fransızca dersi, zıpla, dans et ve niceleriydi faaliyet, elmayı ve portakalı faaliyetlerle öğrenmişlerdi. Kareyi ve üçgeni biliyor, daireye yuvarlak diyor ve elips dendiğinde gözlerini kısarak düşünüyormuş pozu veriyordu. Sayı saymaya gelince, 50 onun için en büyük rakam ve favori sayısı 10’du. ”Karnende birçok yıldız olduğu için sana harçlık vereceğim, tamı tamına 100 kağıt!” deyince aldırış etmiyordu sayıya yabancı olduğu için, ama 50! Hayatındaki neşe kaynağı olabilirdi o yarısı kırmızı yarısı siyah beyaz olan banknot, üzerindeki kadını da tanıyordu: Kraliçe. Ama paranın üzerindeki halinin gençliği olduğuna inanmıyordu, annesi olabilirdi şimdikinin. Kraliçe olmak- Barbie’nin o aptal “Prenses Okulu” filmini izlediğinden beri saraylardan, prenslerden nefret ediyordu. Prudence’ın böyle düşünüyor olması memnun ediyordu babasını, herhangi bir okula gidip prenses olamazdı. Belki eş olarak bir dük bulsa- "Hayıl, hikaye kitaplalı."

"Eğer hiç okumadığın bir tane bulabilirsek, neden olmasın." Evde yığınla vardı, evet, tam anlamıyla yığınla. Öncelikle kitapları başucundaki dolabının altına koyuyordu, sonrasında oraya sığmamaya başladıklarında bir kitaplık alma fikriyle gitti Jude. İstemedi ve duvarlara yasladığı yığınlar oluşturmaya başladı. Sonra bunların bir kısmını televizyon odasına taşıdı, sonra oyun odasına. Devrilmelerini risk ederek büyük yığınlar yapıyorlardı ve neredeyse günde bir kitap alıyordu. Ama artık değil, bu yalnızca ilkbaharda böyleydi. Şimdi almadan önce babasından hikayeyi okumasını istiyor, eğer onu güldürürse alıyordu. "Şapkam Nelede?'yi ezbellediğimi söylemiş miydim?"
"Şu ayının hayvanlara teker teker şapkasını gördüklerini sorması mı?"
"Evet, o."
"O kitabı ben de çok seviyorum." Ayı tavşanın kafasındaki kırmızı ‘parti şapkası’nı görse dahi o da dahil olmak üzere yaklaşık beş hayvana şapkasını görüp görmediğini soruyor, sonra bir anda kafasındaki kırmızı ışıklar yanıp geriye koşuşturuyordu. Bir de, kaplumbağaya sorduğunda onun gün boyunca önündeki kayaya tırmanmaya çalıştığını öğrenip ona yardım ediyordu. Sonunda- "Sonunda tavşanı yiyor." Ama- Bilmemesi gerekiyordu, aynı Noel Baba’nın var olmadığını söylememeleri gibi. “Devin’i Noel Baba getirdi. derken ona inanıyor gibi görünüyordu; Devin’e gelince, Noel Baba’nın getirdiği bir oyuncaktan başka hiçbir şey değildi ve adının Devin olmasının nedeni sınıfındaki Devin adlı kızın tıpatıp aynı olmasıydı. Yoksa neredeyse tüm bebeklerinin adını Prudence koyar, ya da saçları yoksa Kel Bebek derdi. Her neyse, sonuç olarak ayının tavşanı öldürdüğünü bilmemeliydi. "Bunu kim sana söyledi?"
"Sonunda "Ben hiçbil tavşanın üzeline otulmadım" diye değil, "Ben hiçbil tavşanı yemedim." diye okudu büyükbaba. Gelçi pek de şaşılmadım."
"Ne de olsa şapkayı çalmıştı, ha?"
"Ayılalın et yediğini biliyoldum ve oldukça aç oluyollal. Televizyonumuz da bil belgesel kanalı olduğunu biliyolsun değil mi?"
"İstersen eve gidince silebilirim?" Hayatındaki bir diğer başarıda bilumum teknolojik alete hakim olabilmesiydi.
"Hayıl, gelek yok. Zaten izlemiyolum."
"Büyükbabanla birlikte gitmeye ne dersin? Tüm yazı evde geçirmemiş oluruz hem."
"Ama yüzmem, yüzmek istemiyolum."
"Başka bir yere girmek ister misin?" Belki istediği herhangi bir yerde, yani internette beğeneceği, birkaç haftalarını geçirebilirlerdi. Belki bir dağ evi.
"Hayıl, evimizi seviyolum."
"Ben de, şehre geri dönmemin tek nedeni bu evdi."
"Satlanç oynamayı biliyol musun baba?" Go Oyunu hariç her şeyi, Go oyunu zordu diye hiçbir zaman anlamamıştı. Bir de dama. Satrançta da pek iyi olduğu söylenemezdi ama Prudence’ı oyalayabilecek ve ona öğretebilecek kadar biliyordu. Eğer iyi değilse de bir ya da iki gece bilgisayarı açar kendini geliştirmeye çalışırdı. Başıyla onayladı onu ve omzuna hafifçe vurdu.
"Bana ögretebilil misin? Zaten okulda öğlendik ama becelemiyolum."
"O zaman bugün bir de satranç seti almamız gerekecek." İyice bir aileye dönüştüklerini düşünüyor, araba alabileceğini hatırlatıyordu kendisine. Motora binmesine izin vermiyordu Prudence’ın, beki bir araba.
"Yavaş konuş." Gerçekten o kadar hızlı mıydı peş peşe dizilmiş kelimeleri?
"O zaman bugün bi-"
"Hayıl, bunu anlamıştım." Dikkat veriyordu demek ki ama gene de hızlı bulduğunu söylemekten çekinmemişti.
"Bundan sonra dikkat ederim." Zaten pek de iyi bir konuşmacı olmadığı için pek de zor olduğunu sanmıyordu.
"Tamam. Çünkü bazen çok hızlı oluyolsun."
"Seninle çoğu kişiden daha güzel sohbet edebiliyorum."
"Biliyolum." deyip boynuna doladı kollarını.
"Yürümek ister misin? Ben scooterı taşırım." Saçlarını düzeltti sağlam olan parmaklarıyla, ardına ittirdi tutamları birer birer.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Prudence Lowell
Londra Vatandaşı
 Londra Vatandaşı
Prudence Lowell


Mesaj Sayısı : 15
Nerden : kreş

let her into your heart. Empty
MesajKonu: Geri: let her into your heart.   let her into your heart. Icon_minitimeSalı Şub. 14, 2012 9:53 pm

Kendisi gibi değildi babası, gitmesi gereken bir okul ya da işi yoktu. Gitar çalmasının yettiğini söylemişti kendisine. Ailesinin de kendisi gibi çalıştığını ve kendisine para bıraktığını söylemişti. Ailesinin nerede olduğunu sorduğundaysa, ailelerinin yalnızca büyükbabası olduğunu. Takip edemiyordu her zaman söylediklerini Prudence, kafası karışmış ve masanın üzerindeki oyuncak köpeği gördüğünde kolayca dikkati dağılmıştı. Ama biliyordu çok arkadaşı olmadığını, tanıyordu yakınındaki herkesi. Birlikte çizgi film izlemek için sinemaya gittikleri, evlerinin yakınında oturan bir kız vardı mesela. Sonra kahvaltıya geldiğini bildiği, kızıl saçlarını çok sevdiği kız. Bir de o acı kokulu kız, sigara içtiğini tahmin edemeyecek kadar sevmişti onu ve dövmesini. Gene de onlarla uzun sohbetler etmiyordu, yalnızca birlikte vakit geçiriyor ve anlamadığı kelimelerin olduğu cümlelerle konuşuyorlardı. "Biliyolum." deyip boynuna doladı kollarını. Babasının parfümü kadar sevdiği bir koku yoktu. Kısa ve sık nefesler aldı yorulana dek ve ardından pes edip geri çekildi. Elinin tersiyle saçlarını önünden çekmeye çalıştı ancak beceremedi, "Yürümek ister misin? Ben scooterı taşırım." Sonra babası düzeltti saçlarını.

Öğrendiği her kelimeyi kullanmaya çalışıyordu ve eğer üstüne giderlerse tek kelime etmiyordu bildikleri hakkında, ölüm neydi bilmiyordu örneğin. Tek arkadaşı Frankie’ydi ve büyüyünce öğretmeni gibi olmak istiyordu. Ya da babası. Aldığı küçük gitarı çalarken her ne kadar onunki gibi çıkmasa da sesler neşelendiriyordu bu onu. Gitarı aynı babasının gibiydi. “Eve gittiğimizde büyükbabama mektup yazabilil miyiz?” Mektupları tabii ki birlikte yazıyorlardı. Kendisi söylüyordu ve babası yazıyordu. Hatta bire bir. Onlarca hata olan cümlelerini söylediği gibi geçiriyordu kağıda ve Prudence sayfanın altına adını yazıp altına bir çiçek çiziyordu. Yaprakları çiçek kısmından daha büyük oluyor, adını kâğıda sığdıramıyor ve son kısmını küçük harflerle yazmak zorunda kalıyordu ama olsun. Rengârenk zarflar almışlardı ancak maviyi kullanacaktı bugün ve belki sarı kağıt. Yazının kenarlarına yapıştırmalar yapıştırıyordu, kalpler ve küçük hayvanlar. Belki fotoğraf çekinip onu da eklerlerdi zarfın içine, babasına söylerse yapardı bunu.

Ayağa kalktıktan sonra elbisesini çekiştirdi ve her ne kadar evden çıktıklarındaki gibi aynı hizada görünmese de ön ve arkası aldırış etmedi. Kaskı scooterına taktı ve ağır adımlarla yürümeye başladı. Patikaya ayak uydurmayı seviyordu ancak çimenlerin üzerindeyken, o yumuşak adımlar kendisini daha özgür hissetmesini sağlıyordu ve eğer düşerse yanmıyordu canı. Koşabilir miydi? Belki. Babasını kandırmak için biraz daha yürütmesi gerekecekti, sonra ve belki. “Bow chicka bow wow! That's what my baby says! Mow mow mow! And my hea’t starts pumpin! Chicka chicka choo wop. Nevel gonna stops. Gitchie gitchie goo. Means that I love you.” Evet, bunu da sonunda ezberlemişti. “Well I don't know what to do, but I think I'm gettin through. Cause when I say I love you, she says I gitchie gitchie goo you too. Don't need a dictionaly! Babasının yüzüne baktığını biliyordu ve gülümsedi, televizyonda izlediği tek çizgi film Phineas And Ferb olduğu için ezberleyebilmişti. Elli dokuza kadar sayabildiğine göre, bunu yapabileceğine karar vermiş ve DVD oynatıcısını alıp bir bölümün ilk dakikalarını neredeyse elli dokuz kez izlemişti. Sonra her izlediğinde biraz daha eşlik edebiliyor ve şimdi- Kitapları ezberlemekten daha eğlenceli ve daha yorucuydu. Ancak yapmıştı işte. Sırtında çantası olmadan ne kadar da rahattı yürümek!

Babası müzik dinlerken salonun ortasında koşturmaya bayılıyordu, hele de şarkının sözleri hoş geliyorsa kulağına. Tek yaptığı şey nakarat ikinci kez çalmaya başladığında bir kez tekrar etmek ve ardından gidip şarkıyı değiştirmek oluyordu. Sıkılıyordu canı aynı sözler çalmaya başladığında. Bir de yeşil elmaları severdi, diğerlerini değil.

İnsanların konuşmasını her zaman anlamıyordu, yani, anlamadığı zamanlarda yalnızca birkaç kelimeyi çıkartabiliyordu ya da başka bir dilde konuşuyorlardı. Babasının uyurken sayıkladığını, çıkardığı en küçük sesle uyandığını biliyordu. Şimdiye dek hiç dinleyememişti rüyalarında ne söylediğini. Sormuş olsa da birkaç kez hatırlamadığını söylüyordu ki mantıklıydı bu, kendisi de hatırlamıyordu rüyalarını. Her zaman istediği olurdu, yani bir şekilde. Şimdiye dek kendisine karşı çıkan olmamıştı bir de, yani, o farkında olmadan bazen- Farkında olmuyordu işte, bu kadar. Bir de Kit Kat dışında diğer abur cuburları yemezdi.

Babasının elini tutup çekiştirdi ve sonra koşmaya başladı çimlerin üzerinde. Nefesi kesilene kadar geniş adımlar attı. Koştu ve koştu. Ardına baktığında babasının kendisine kıyasla ağır adımlarla peşinden geldiğini gördü, koşmasına gerek yoktu küçük kızı yakalamak için. O dakikanın sonlarına doğru yakaladı küçük kızı belinden. Uçtu ve uçtu. Büyümek istiyor olsa dahi bu anın tadını kahkahalarıyla çıkartıyordu ve yere indiğinde sarıldı bir kez daha boynuna. Aldığı derin nefesler göğsünün yükselip alçalmasına neden oluyor, hızlanan kalp atışları kıkırdamalarıyla birlikte heyecanını simgeliyordu. Bu kadar kolay neşelenebiliyordu işte, kendi kendine. Büyüyünce kepçeci, balerin ya da öğretmen olduğunda da bunu yapabilmek istiyordu işte. Gülümsemesi silinmedi o gün boyunca. Birkaç kez daha attı kahkahalarını.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
let her into your heart.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Home is where your heart belongs

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
London Never Sleeps :: c i t y . o f . w e s t m i n s t e r :: Mayfair :: Green Park-
Buraya geçin: