London Never Sleeps
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Hoş geldin .
Londra senin için Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri uyumuyor.
Perş. Ocak 01, 1970 tarihinden beri buralarda takılmadın.

Aramıza son katılan https://lnsrplay.yetkin-forum.com/u398, Londra'ya hoş geldin!
Sitemiz bir rol oyunu sitesi olduğundan lütfen bu amaçla, Ad Soyad şeklinde kaydolun.
Rol oyununa başlamadan önce Başlangıç Rehberi'ni mutlaka okuyun.
London Never Sleeps toplu konuşma: Chatbox.
Rol oyunu puanlaması için: Tık.

 

 Just in time for brunch.

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Lawrence Grantham
Cambridge Psikoloji Bölümü | Profesör
Cambridge Psikoloji Bölümü | Profesör
Lawrence Grantham


Mesaj Sayısı : 124

Just in time for brunch. Empty
MesajKonu: Just in time for brunch.   Just in time for brunch. Icon_minitimePerş. Şub. 16, 2012 9:44 pm

*Burası editlenecek. sabredniz.*
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Lawrence Grantham
Cambridge Psikoloji Bölümü | Profesör
Cambridge Psikoloji Bölümü | Profesör
Lawrence Grantham


Mesaj Sayısı : 124

Just in time for brunch. Empty
MesajKonu: Geri: Just in time for brunch.   Just in time for brunch. Icon_minitimePerş. Şub. 16, 2012 10:48 pm

Yatak odasının aralık kalmış penceresinden tam göz kapaklarına vuran sabah ışığı sayesinde birdenbire uyanmıştı Lawrence. Gözlerini açar açmaz karşısında beyaz tavanı gördü ve evinde, kendi yatağında olduğunun farkına vardı. Bilinci açılmaya başlamıştı başlamasına; ancak hayli hareketli bir gece geçirdiğinden kendi yatağında uyanmayı beklemiyordu açıkçası. Başını yastığının sol tarafına çevirip yatağın sol tarafında duran seksenlerden kalma masa saatine baktı. 10.45. Normalde her sabah, hafta sonu ayrıdetmeksizin altı otuzda kalkan biri için gün çoktan başlamıştı aslında. Yine de, tekrar düşünüldüğünde geçirdiği geceden sonra kendi evinde uyanmış olması bile bir rahatlama sebebiydi. Derken yatağında biri daha olduğunu fark etti. Kendisi genellikle yatağın sol tarafını kullanan biri olduğundan, uyandığında bir değişiklik olduğunu anlamamıştı; ancak hemen sağ tarafında yüzü yastıklara gömülü birinin aniden derin bir nefes alıp verdiğini duyunca taşlar yerine oturmuştu. Bir iki arkadaşının da ısrarıyla dün gece hiç yapmadığı bir şey yapmış ve bir cumartesi gecesini bol miktarda alkol tüketip sosyal beklentileri karşılamakla geçirmişti. Gecenin çoğunda yalnız olmadığını hatırlıyordu; bu sebepten evinde uyandığına şaşırmıştı. Gözlerini açtığında kendi dairesini görmesi sebebiyle de alışkanlığı olmadığı üzere geceki olayları bir rüya olarak nitelendirmiş ve yanında birinin olmasına daha da çok şaşırmıştı. Uyuyanı rahatsız etmemek ve garip bir yeni uyanmışlık sohbeti yaşamamak için yavaşça üzerindeki örtüyü çekti ve yataktan sıyrıldı. En azından iç çamaşırları hala üzerindeydi. Bu da demek oluyordu ki gece her ne olup bittiyse -ki hiç de masum şeyler olmadığına emindi Lawrence- sonrasında sızmadan evvel giyinecek vakti bulabilmişti. Ya da hiç soyunmamış da olabilirdi. Korkunç. Yatağın ucundaki tek kişilik koltuğun üzerinden sabahlığını alıp üzerine geçirdi ve ardına bakmadan kapıyı yavaşça kapatıp odadan dışarı çıktı. Çıplak ayakları tahta zeminde gıcırtılar çıkara çıkara mutfağa gidip kahve makinasını taze kahve yapmak üzere çalıştırıyordu ki durdu. Belki şu an cidden ayılmaya ihtiyacı olabilirdi ama kahve ona gerçekçi gelmiyordu. Bu sebepten çay yapmak üzere ocağın üstüne yeteri kadar su doldurulmuş bir kettle* yerleştirdi. Daha sonra evin kapısından yatak odasına doğru ilerleyen yoldaki giysi parçalarını gördü. Kendisinin olmayan bir kot pantolon, bir tişört, siyah bir spor ayakkabının bir teki, çoraplar, kendi pantolonu, gömleği, çorapları, yabancı ayakkabının diğer teki, kendi ayakkabıları... Gözlerini manzaradan çevirip amerikan mutfak dedikleri cinsten olan mutfağından, arada hiç duvar vesaire bulunmayan salona geçerek müzik setini çalıştırdı. Bunu bir çeşit koşullanmışlıkla yapmıştı. Her sabah uyanır uyanmaz çay için ocağa kettle koyar, akabinde kısık sesle çalmak üzere müzik setini çalıştırır, içinden hiç çıkmayan Callas cd'sinin ilk parçası olan Ombra Mai Fiu dinlerdi. Aryanın ahengi ve Maria Callas'ın muazzam sesi usulca daireyi doldurmaya başlayınca dış kapıya yöneldi, kapıyı açtı ve kapının kenarına bırakılmış bir şişe sütü ve birkaç gazeteyle dergiyi aldı. Elindeki gazetelerin manşetlerine göz atarken mutfağı gidip sütü tezgaha bıraktı, hala üzerinde olan sabahlığı ve iç çamaşırlarıyla önünden geçtiği Macintosh'unu açtı ve hemen rahat okuma koltuğuna oturup The Guardian'ı daha derinlemesine incelemeye başladı. Bir zamanlarki saygınlığını kaybettiğine inanıyordu gazetenin. Yine de çok sıkı takip etmediğinden, zamanını politika ve benzeri çekişmeleri harcamak yerine dersler ve çalışmalarına ayırdığından gazetenin bu ani kalite kaybına anlam veremiyordu. Çay suyu kaynayana kadar birkaç başka yayına göz atmak üzere yerinden kalkıp bilgisayar masasının önündeki sandalyeye oturmuştu ki kapının zilinin bir kez ve hayli sabırlı olarak çaldığını işitti. Kısa süren sesle beraber zihninde birçok soru işareti belirmişti gelene dair. Öğrencileriyle görüşmesini gerektirecek bir sebep yoktu, sonuçta yaz tatiliydi. Tanıdıklarının çoğu cumartesi gecesini sarhoş, pazarı ayılmaya çalışmakla geçiren insanlar olduğundan ve hiçbiriyle bu saatte çat kapı gelecek bir samimiyet kurmadığından onlar da olamazlardı. Ev sahibi Mrs Marple muhtemelen hala uyuyordu, hem o olsaydı merdiveni çıkarkenki homurdanmaları ve söylenmelerini rahatlıkla duyabilirdi. O halde gelenin kim olduğunu öğrenmek için tek bir yol vardı, kapıyı açmak.

Evi Londra merkezine çok da uzakta sayılmayan, eski bir müstakil binaydı. Alt kattaki dairesinde ev sahibi Mrs Marple otururdu. Çok uzun zamandır onun kiracısı, evin de ikametçisiydi; ama ilk defa kapısında dışarıdakini görmeye yarayan bir delik olmadığından yakınıyordu. Zil bir kez daha çaldı. Hızlanan kalp atışlarını dindirmek için derin bir nefes alan Lawrence, kapı tokmağını tuttu, anahtarı çevirdi ve kapıyı açtı. “Günaydın Mr G!” Tam karşısında uzun zamandır tanıdığı genç kız Emanuela Marlot, elinde salladığı büyükçe bir kağıt torba ve yüzündeki apaydınlık bir gülümsemeyle kapı eşiğinde dikiliyordu. “Size pastaneden birkaç şey ve sevdiğiniz ekmekten getirdim, brunch için.” Kızın yüzündeki ifade şaşkınlığa doğru meylederken, asıl sürprizin kendisi olduğunu fark etti Lawrence. Ema'nın hiç de alışık olmadığı bir şekilde -önü açık bir sabahlık, iç çamaşırlarıyla ve yüzünde kocaman bir şaşkınlık ifadesiyle- dairenin kapısında öylece dikiliyordu. O an zihnine bilgiler üşüştü. Birkaç gün evvel telefonda brunch için sözleşmişlerdi, Ema'nın geleceği ile ilgili bir şeyler yarı zamanlı olarak çalışabileceği birkaç iş tavsiye edecekti ona. Bunları tamamen unutmuştu Lawrence. 'Ah şu sorumsuz cumartesi gecesi arkadaşları!' Bir an sonra kendine geldi ve hızla sabahlığının önünü kapatıp kuşağıyla bağladı ve kızı içeri buyur etti. “Yanlış bir zamanlama oldu sanırım?” “Yok! Hayır... Ema... Çok özür dilerim. Bugün tamamen aklımdan çıkmış.” Ancak kaos sahnesi daha yeni başlıyordu. Tam o anda kettle'ın kaynadığını belirten keskin düdük sesi mutfaktan yükselmeye başladı, müzik setinde çalan aryada Maria Callas'ın sesi tiz bir notaya çıktı ve yatak odasının kapısı aralanıp içeriden üzerinde yalnız bir parça iç çamaşırı olan, saçı başı dağılmış bir İspanyol adam çıktı. “Neler oluyor, Larry, bu sesler de ne?” Ne yapacağını şaşıran Lawrence daha önce kimsenin önünde bu kadar utanmamış olduğunu düşünüyordu. Ema'nın yüzüne bakamadan “Brunch için tam zamanında geldin, Ema.” dedi kaşları şaşkınlıktan havaya kalkma sınırlarını zorlarken. “Sanırım giyinsem iyi olacak.” dedikten sonra hızlıca adımlarla yatak odasına ilerledi ve ardından kapıyı kilitledi. İçeriden Ema'nın “Kesinlikle yanlış zamanlama.” dediğini ve dairedeki kızı fark etmiş olan İspanyol'un “Kahretsin!” diyen sesini ve giysilerini toparlayaşını duyabiliyordu. Hemen bacaklarına bir kot ve bisiklet yakalı tişörtünün üzerine de dolabında onlarca bulunan ince hırkalardan birini alıp odadan çıktı. “Hoşgeldin-” Gözleri Ema'ya ve yarım yamalak giyinmiş adama odaklandı. “-iz!”


*Buna ne desem bilemedim. Çaydanlık değil o kullandığı, hani şu eski model İngiliz kettle'larından. Şöyle bişi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Emanuela Marlot
London Central IV. Sınıf
London Central IV. Sınıf
Emanuela Marlot


Mesaj Sayısı : 113
Nerden : London

Just in time for brunch. Empty
MesajKonu: Geri: Just in time for brunch.   Just in time for brunch. Icon_minitimeCuma Şub. 17, 2012 12:05 am

Yaz tatilinin ikinci haftasıydı ve Ema kafayı yemek üzereydi. Okul kapandığından beri evden çıkmak için bahane bulamaz olmuştu. Daha doğrusu bahanesi çoktu; ama hiçbirini kullanmak istemiyordu. Zira evde kalıp ders çalışması kendisi için en hayırlısı olacaktı; ama sürekli evde olmak da annesiyle daha fazla mesai anlamına geliyordu ve Ema'nın tatil anlayışının içinde olmayan tek bir şey varsa o da Silvia Bailey'di. Daha dün gece eve yabancı bir adamla gelip ertesi sabah onu tanımamış ve bir yığın bağrış çağrış içinde kapı dışarı etmişti. Neyse ki Ema odasının kapısını kilitleyip kulaklıklarını takacak kadar akıllıca davranmıştı tüm bu süreçte. Evden çıkması gerekiyordu. Evden çıkmak zorundaydı, yoksa aklını kaçıracaktı. Hem bu yaz tatilinin yalnızca çalışmaktan ibaret olacağına söz vermişti kendine. Son üç aydır -yani on sekizini doldurduğundan bu yana barmenlik yaptığı bar da bu piyasaya dayanamayıp iflas etmişti. Bir yerlerde çalışmalıydı. Hem şimdi yaz tatilinde olduğu için birkaç saat çalışıp üç kuruş para almak zorunda da değildi. Belki tam zamanlı çalışamazdı; ama yarı zamanlı bir iş bulabilirdi. Gününün yarısını ders çalışarak geçirebilir, diğer yarısında da para kazanabilirdi. Şansı da yerinde giderse Oxford'a girmek için ihtiyacı olan her şeye sahip olmuş olacaktı. İşte bu yüzden tatilin ilk haftasında dükkan dükkan dolaşıp eleman arayıp aramadıklarını sormuştu. Birçok form doldurup, biz size döneriz sözleri almıştı; ama tatil geçip gidiyordu ve evde aklını kaçırma tehlikesi içinde geçirdiği her gün boşa harcanmış demekti. Bu yüzden başı ne zaman sıkışsa, içi ne zaman daralsa ya da sadece biriyle konuşmak isterse aradığı Lawrence Grantham'ı aramıştı birkaç gün önce. Lawrence'ı kendini bildi bileli tanıyordu Ema. Marlot ailesinin geniş çevresi sayesinde o daha küçücükken tanışmışlardı; ama her zaman Lawrence'ın oraya ait olmadığını biliyordu. Nitekim haklı da çıktı. Büyüdükçe onu daha yakından tanımaya başladı ve onun Marlotların dünyasında acı ve sıkıntıdan başka bir şey bulamayacağını fark etti. Tıpkı kendisi gibi. Bu yüzden babası ile görüşmeyi kestikten sonra bile Lawrence ile görüşmeye devam etti. Hatta daha da samimileşmişlerdi ve bir baba-kız ilişkisi olmasa da bir dayı-yeğen ilişkisi geliştirdiler belki de. Sonuç olarak kimseden yardım istemeyen, derdini içine atan, tavsiye almayan Ema Marlot yalnızca Lawrence Grantham'ın fikirlerine değer verir ve onları duymak ister oldu. Onun, aklı bu kadar karışıkken arayabileceği tek insan olduğunu bildiği için tereddüt bile etmemişti. Yarı zamanlı iş konusunda Lawrence'ın ona yardım edebileceğini umuyordu. Profesörlük işi dolayısıyla çevresinin geniş olması bir yana Lawrence Ema'nın tanıdığı tek gerçek yetişkindi. Ayrıca kendisi akademik hayatın içindeki yeri dolayısıyla Ema'nın her zaman eğitim danışmanı olmuştu. Ema Oxford'a gitmeye karar vermişti: iyi, hoş. Ama hangi bölümü seçeceğine dair hiçbir fikri yoktu. Belki Lawrence'ın etkisi belki her zaman içinde olan bir şeyler yüzünden kendini sanat tarihi ya da yabancı dillere oldukça yakın hissediyordu. Bunları okuyabilirdi gayet tabii. Çok da mutlu olurdu. Okula gittiği bir güne bile lanet etmezdi. Tamam, belki ederdi; ama sadece öğrenci olmanın hatırına. Yoksa her derste anlatılan her şeyi öğrenmekten büyük keyif alacağına emindi. Ama yapamazdı. Hayat zor ve pahalıydı. Üniversite mezunları iş bulamıyordu. Sanat Tarihi okumak ise tam anlamıyla kendini bilinmezlikler çukuruna atmaktı. Hiçbir desteği, güvencesi olmadan alınacak risk değildi. Daha garanti bir şeyler okumalıydı. Ama ne? İşte burada tıkanıp kalıyordu. Düşünebildiği her bölüm içini daraltıyordu yalnızca. İşte bu yüzden Lawrence ile acil bir görüşmeye ihtiyacı vardı. Telefonda çoğu zaman yaptıkları gibi Pazar günü brunch'ına karar verdiler. Ema'nın geçen iki hafta takındığı o asık yüz ifadesinin bugün değişmesi o yüzdendi. Erkenden kalkmış, duşunu almış ve giyinmişti. Evden biraz erken çıkmıştı ki pastahaneye uğrayıp brunch için profesörün sevdiği eklerden taze taze alabilecekti. Bu adamın kendisi üzerindeki etkisini hiçbir zaman anlayamamıştı. Belli bir süre sonra da sorgulamayı bırakmıştı; ama her seferinde asık suratlı, alaycı, kötümser bu kızın yüzünü aydınlatmayı başarabiliyordu. Sekiz yaşındayken de on sekiz yaşındayken de...

Elinde pastahane torbaları ile o tanıdık kapı eşiğine yanaştığında yüzündeki mutluluk ifadesi yerli yerinde duruyordu. Hatta pastahanede, ona ısrarla yanlış torbayı vermeye çalışan tezgahtara bile çok ciddi bir hakaret etmemişti. Kapı ziline kısa ve kesintisiz olarak tek bir kere bastı; çünkü Lawrence'ın çoktan hazırlanıp çayı koyduğuna hatta kitabı elinde koltuğunda oturmuş onu beklediğine emindi. Ne de olsa kalkalı saatler oluyor olmalıydı. Fakat kapı Ema'nın beklediğinden biraz daha sonra açıldığında karşılaştığı görüntü tamamen yanıldığını gösteriyordu. Lawrence daha önce hiç görmediği bir halde şaşkınlık içinde açmıştı kapıyı. Halbuki tam da o sırada kapının ardına bakmaksızın neşeli neşeli bir şeyler diyordu Ema. “Günaydın Mr G! Size pastaneden birkaç şey ve sevdiğiniz ekmekten getirdim, brunch için.” Beyni görüntüyü algılayıp anlam vermeye çalışırken ister istemez konuşmayı kesti. Kapı eşiğinde şaşkın şaşkın birbirlerine saatlerce bakabilirlerdi o yüzden Ema zaten bariz olan durumu basitçe dile getirme gereği hissetti. “Yanlış bir zamanlama oldu sanırım?” Çünkü daha önce doğru zamanlarda gelmişti ve bu onlara hiç benzemiyordu. Yine de Lawrence telaş içinde itiraz edip onu içeri buyur etti. Buluşmalarının nasıl da aklından çıktığından bahsederken Ema hafifçe kaşlarını kaldırdı. Bu adamı yıllardır tanıyordu ve randevularını unutmak pek ona göre bir şey değildi. Neyse ki çayın düdük sesi ona büyük bir umutla bazı şeylerin hiç değişmediğini düşündürmüştü; ancak peşi sıra gerçekleşen birkaç şey gösterdi ki birçok şey değişmişti. Kadın müthiş bir soprano olduğundan mıdır yoksa müzik setinin ayarlarıyla oynandığından mıdır bilinmez alışılmışın dışında tiz bir ses odayı doldurmuş ve tam o sırada yatak odasından yarı çıplak -tamam şuna neredeyse tamamen çıplak diyelim- bir adam dışarı çıkmıştı. “Neler oluyor, Larry, bu sesler de ne?” İşte şimdi her şey biraz daha anlam kazanıyordu. Ama Ema her şeyden çok adamın İspanyol aksanıyla 'Larry' deyişine takılmıştı; çünkü müthiş derece eğlenceliydi. Karşısına oturup saatlerce 'Larry' demesini dinleyebilirdi. Tüm bu olanlar tanıdığı 'Larry'nin davranışları değildi. O da bunun farkında olacak ki henüz inkar evresinde “Brunch için tam zamanında geldin, Ema.” diyordu. Oradaki herkes olabilecek en kötü zamanda geldiğinin farkındaydı halbuki. Lawrence -Ema'nın tahminince kendine çeki düzen vermek için- odasına girip kapıyı kilitlediğinde Ema düşüncelerini yüksek sesle dile getirdi. “Kesinlikle yanlış zamanlama.” İşte tam o sırada neredeyse-çıplak-İspanyol da onu fark etti. Adam yerleri süpürür bir edayla kıyafetlerini toplamaya başladığında Ema gülse mi ağlasa mı bilemişti. Olay kesinlikle çok komikti; ama Lawrence onun için bir nevi baba sayılırdı ve aile üyeleri ile ilgili böyle anılar travmatik olabilirdi. Lawrence odasından giyinik halde çıktığında boş vermesi gerektiğine kanaat getirdi Ema. Ne de olsa eğer bu bir travma ise bile kimseye para ödemek zorunda değildi. Lawrence kendi pisliğini temizler diye umuyordu. İspanyol şimdi biraz daha giyinik olarak kapıya doğru gerisin geri yürürken konuşmaya başladı. "Ben en iyisi- bilirsin. Görüşürüz Larry." Lawrence kafasını sallayıp ardından “Görüşürüz.” diye seslendi; ama Ema'nın edindiği izlenime göre ikisinin de niyeti pek bu değildi. “Şimdiiii-” diye girdi söze Lawrence adam kapıyı çarpıp çıktıktan sonra. “Şimdi...” diye başladı Ema onun sözünü keserek. “Siz şu koltukta oturup hazır olduğunuzda bana uygun yarı zamanlı işlerden bahsederken ben çayla ve diğer her şeyle ilgileniyorum." Lawrence başını sallayıp itaatkar küçük bir çocuk gibi koltuğa oturunca kendi kendine gülümsedi Ema. Belki de bu kadar utançtan sonra adamcağızın kendisinin biraz terapiye ihtiyacı olurdu. Fincanlara çay koyarken koltuğa doğru konuştu Ema ortamı elinden geldiğinde normalleştirmeye çalışarak. “Bu arada bana geçen ay verdiğini kitabı bitirdim. Bayıldım, Mr. G. Gerçekten harikaydı."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Lawrence Grantham
Cambridge Psikoloji Bölümü | Profesör
Cambridge Psikoloji Bölümü | Profesör
Lawrence Grantham


Mesaj Sayısı : 124

Just in time for brunch. Empty
MesajKonu: Geri: Just in time for brunch.   Just in time for brunch. Icon_minitimeCuma Şub. 17, 2012 2:47 am

“Ben en iyisi- bilirsin. Görüşürüz Larry.” Lawrence sol elinin işaret ve baş parmaklarını hafifçe çatılmış kaşlarının ortasında tutarken, bir yandan da kapı olduğunu sandığı tarafa doğru dönerek başını salladı ve niyetinin öyle olmadığı yüzlerce mil öteden bile belli olcak birtonlamayla “Görüşürüz.” dedi. Tanrı aşkına, adamın adını bile bilmiyordu. Sanki Jon demişti. Ya da Juan... Ya da Jesus... Ya da öyle bir şey! Elini kolunu nereye koyacağını bilemeden -pantolonunun ceplerini karıştırıyor, bir şey arıyor gibiydi, belki de anti-utanma-spreyini- sürekli başka yerlere bakarak, beş saniye içerisinde durmadan pozisyonunu değiştirerek dikiliyordu öylece. Bu gibi durumlarda söylenebilecek en boş lafı söyledi. “Şimdiii-” Anlayışlılığı zirve yapmış olan Ema onun bu halini kesmiş ve en azından o anda çok ihtiyaç duyduğu için Lawrence'a öyle gelen güven verici bir gülümsemeyle lafını kesmişti. “Şimdi siz şu koltukta oturup hazır olduğunuzda bana uygun yarı zamanlı işlerden bahsederken, ben çay ve diğer işlerle ilgileniyorum.” Ema'nın itiraz kabul edecek gibi bir hali yoktu. Daha da önemlisi halen ortasına düştüğü durumdan dolayı afallamış olan Lawrence'ın itiraz edebilecek kudreti yoktu. Usulca bir çocuk gibi bıraktı kendisini koltuğa. Ema'nın şu an yaptığı tereciye tere satmak oluyordu belki ama şikayetçi değildi Lawrence. Çok az şeyle yola çıkıp çok fazla şey başarmıştı, bugün olduğu kişiden gurur duyuyordu; ancak herkesin karşılaşabileceği yine de kimsenin müdahil olmak arzusunda olmadığı bir durumda kalınca dengeler alt üst olmuştu haliyle. Sözü geçmeyen, salaş, öylesine hayatını yaşayan biri de olabilirdi Leeds'te kalıp. Lawrence bunu seçmemişti. Büyüklerin deyimiyle 'büyük adam olmuş,' okumuş, toplumda kendine oldukça saygın bir yer edinmişti. Muhtemelen az önceki felakete kadar Ema da kendisini bu şekilde tanıyordu. Ama şimdi...

“Bu arada bana geçen ay verdiğiniz kitabı bitirdim. Bayıldım, Mr G. Gerçekten harikaydı!” Porselen fincanlara dolan sıcak sıvının sesi yanında Ema'nın rutine dönmeye çalışan, az evvelki kargaşayı biraz olsun unutturma çabasındaki sesi açık mutfaktan Lawrence'ın bulunduğu tarafa doğru yayılıyordu. Earl grey kokusu sıkıntısını biraz olsun geçirse de utanç anı zihnine kazınmıştı bir kere. “Öyle mi? Ah, çok sevindim. Gerçekten güzel bir kitaptır.” Ema'nın kesin emrine rağmen oturduğu koltuktan kalktı ve mutfağa ilerledi. “Hangi kitaptı?” Yüzündeki yamulmuş ifadeden gülememeye çalıştığı belli oluyordu. Dudaklarını birbirine bastırmış tezgahta birşeylerle meşgul gibiydi. “Richard Nisbett, Düşüncenin Coğrafyası.” “Aa, o mu? GERÇEKTEN güzel kitaptır.” Ema'nın getirdiği yiyecekleri -birkaç ekler, çavdarlı ekmekçikler ve bir iki şey daha- genişçe bir tabağa koyup masaya aldı. Bir yandan kitap hakkında sonu gelmeyecek gibi duran bir nutuk veriyor, diğer yandan da kesme tahtası üzerinde biraz cheddar doğruyordu. “Ema.” Yüzünü kendisine dönmeyen kız “Efendim Mr G?” demekle yetinmişti. Belli ki kendisini bir şeylerle meşgul tutup Lawrence'ın süregelen gülünç davranışından kaçınıyordu. “Bakar mısın lütf- a evet böyle daha iyi. Az önce olanlar için, ehm, şey, yani şahit olduğun şeyler için gerçekten, çok,çok, ÇOK FAZLA özür dilerim. Affet beni.” “Lafı bile olmaz, lütfen. Hem ben size oturmanızı söylememiş miydim?” Aslında ortada çok da affedilecekbir durum olmamasına rağmen biraz olsun kendini bağışlanmış hisseden Lawrence'ın keyfi yerine gelmişti şimdi. Kıza itiraz etti. “Hayır küçük hanım. Size mükemmel bir brunch sözüm vardı. Onun için de özür dilemeye başlattırma beni.” Sorumluluk hissi tavan yapmıştı an itibariyle. Ema bunun sinyallerini almış olacak ki itiraz etmedi. Aksi takdirde kendisini en az otuz dakika sürecek bir özür seli bekler olurdu.

Lawrence Ema'yı doğduğu günden beri tanırdı. Marlotlara belki maddi olmasa da manevi açıdan çok şey borçluydu. Üniversitenin ilk yılında dönemdaşı bir genç -Ema'nın babası- onun eğitimini sürdürmesine babası aracılığıyla bir hayliyarıdmcı olmuştu. Yaz tatillerinde babasının şirketinde bir öğrenci için hayli yüksek geliri olan geçici işler, burslar, aile yemekleri... Tüm bunlar üniversite yıllarındayken bir hayli güzeldi. Ancak ne zamanki üniversite bitti ve gerçek hayat başladı, işte o zaman Lawrence arkadaşını tanıyamaz oldu. Tamam, belki en baştan beri cidden o kadar samimi değillerdi; ancak olabilirlerdi, eğer adamın sonradan baş gösteren değer bilmez maddiyatçı tavırları olmasa. Yine de Lawrence üstüne düşeni yapmış, davetlere icabet etmiş, kızının doğumunda orada bulunmuş ve orta karar bir tanıdığın yapabileceği her şeyi gerçekleştirmişti. Ancak o adamın sosyetik kadınlar ve ensesi kalın adamlarla çevrili dünyası kendine göre değildi. Kokteyllerde sıklıkla yalnız başına dikkat çekmeden bir köşede kadehiyle oyalanır, şanslıysa gece boyu muhabbet edebileceği bir bayan -bazen de bir bay bulabilirdi. Kendisini nasıl onların arasına ait görmüyorsa Ema'nın da aynı şekilde olan hislerini tamı tamına anlayabiliyordu. Şunu rahatlıkla söyleyebilirdi ki kızı tam anlamıyla tanıyan kişiler listesinin ilk üç ismine rahatlıklaoynardı Lawrence. Bu sebepten Ema nasıl kendisi yanında rahat olabiliyorsa, Lawrence da Ema'nın yanında o kadar rahat olabiliyordu. İki saat boyunca oturdukları masada espriler, kahkahalar, koyu sohbetler dönüp durmuştu böylece. Mideler dolup da bedenleri çaya doyduğunda Lawrence, tahta zeminde gördüğü bir şey üzerine “Tanrım.” deyip ellerini yüzüne kapadı. Bu evin insanına ait olmadığı her halinden belli olan bir ayakkabıya ait olan fosforlu bir ayakkabı bağcığı, zeminde öylece kıvrılmış yatıyordu. “Asla unutmayacaksınız değil mi?” Başını iki yana sallayarak “İmkanı yok,” dedi Lawrence. “Kraliçenin bizzat evime konuk olması ihtimali ne kadarsa benim de bunu unutma ihtimalim o kadar. Ki, o durumda bile bu kadar mahcup olamazdım.”

Mevzuya da giremedim, hem geveze oldu, hem kısa oldu Deniz özür, uykuya dayanamadım artık. *-*
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Emanuela Marlot
London Central IV. Sınıf
London Central IV. Sınıf
Emanuela Marlot


Mesaj Sayısı : 113
Nerden : London

Just in time for brunch. Empty
MesajKonu: Geri: Just in time for brunch.   Just in time for brunch. Icon_minitimeCuma Şub. 17, 2012 11:24 am

Lawrence hangi kitaptan bahsettiğini sormak için mutfağa gelirken Ema bir şeylerle uğraşmaya devam ediyordu. Belki bugün olanlar şaşırtmıştı onu; ama şu anda içinde bulunduğu panik ve utançtan hareketle söyleyebilirdi ki tanıdığı Mr. G hala burada, yanı başındaydı. Bu da durumu son derece komik bir hale getiriyordu; ama Ema gülmemeye kararlıydı. Adamcağız zaten hala ne dediğinin farkında değildi. Ancak kitabın adını söylediğinde aslında neden bahsettiklerini anlayabilmişti. Belli ki aklı bambaşka bir yerdeydi, Ema nerede olduğuna tüm parası üzerine bahse girerdi. Neredeyse kitabı almadan önce dinlediklerinin aynısını sanki daha önce hiç duymamış gibi dinlerken yavaşça gülümsedi. Lawrence getirdiği hamur işleri ile ilgilenirken o da kenarda duran koca kavanozlardan bir kaseye marmelat koyuyordu. “Ema.” dedi adam birden anlattıklarını bir kenara bırakıp. Ema bunları zaten çoktan konuştuklarını hatırladığını umarak “Efendim Mr G?” dedi başını kaldırmadan. Ama hayır, adamın sesindeki acıklı ton daha ilk kelimesinden hala aynı yere takılıp kaldığını gösteriyordu. “Bakar mısın lütf- a evet böyle daha iyi. ” Ema başını kaldırdı; çünkü belli ki artık kitaptan ya da normal bir pazar günü bahsedecekleri herhangi bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ema'nın -ve elinde olsa muhtemelen Lawrence'ın da- bahsetmek istemeyeceği tek şeydi konu. “Az önce olanlar için, ehm, şey, yani şahit olduğun şeyler için gerçekten, çok,çok, ÇOK FAZLA özür dilerim. Affet beni.” Ema onu hiç affetme gereği duymamıştı ki zaten, çünkü ortada affedilecek bir şey yoktu. Eğer Lawrence'ın o yere on dakika katlanabileceğini bilse kendi evinde çok daha utanç verici şeyler yaşanabilirdi. Hatta yaşanabilirdi değil, kesin yaşanırdı. Annesi sayesinde ortalık sürekli festival alanı gibiydi. Lawrence'ın insani davranışları için özür dilemesi Ema'nın annesinin davranışları için özür dilemesi kadar saçma ve yersizdi. “Lafı bile olmaz, lütfen. Hem ben size oturmanızı söylememiş miydim?” Yıllar içinde Lawrence'tan öğrendiği birkaç numara vardı. Onlardan biri de buydu işte. Beni affetmese neden bana kahvaltı hazırlasın? 8 yaşında ilk defa Lawrence'ın evine geldiğinde kırdığı o antika vazo için affedildiğine böyle karar vermişti. Lawrence onu bir koltuğa oturtup güzelce kahvaltı hazırlamış ve hiçbir kırgınlık belirtisi göstermeden afiyetle kahvaltı etmişlerdi. Ema'nın suçluluk duygusu da küçülerek azalmış sonunda yok olmuştu; ama artık biliyordu ki o vazo bu evin içinde Lawrence'a en çok anlam ifade eden şeylerden biriydi. Bunu yıllar sonra öğrendiğinde suçluluğu yeniden baş gösterip artmamış aksine içten içe bir sevinç duymuştu. Çünkü sıradan bir vazo olmamasına rağmen Lawrence onu hiç düşünmeden affetmişti. Bu da 'burada ne yapıyorum ben?' sorusunu kendine her sorduğunda cevabıydı işte. Bu yüzden bu adama on dakika bile kızması, onu herhangi bir şey için affetmek zorunda kalması söz konusu dahi değildi. Lawrence da kendi oyununun kurbanı olmuş olacak ki biraz daha kendisi gibi davranmaya başlayıp itiraz etmişti. “Hayır küçük hanım. Size mükemmel bir brunch sözüm vardı. Onun için de özür dilemeye başlattırma beni.” Ema itiraz etmeden elinde marmelatlarla sofraya doğru ilerlerken garip antika İngiliz eşyalarıyla dolu bu evin sahip olduğu yuvaya en yakın şey olduğuna karar vermişti.

Ema her zaman ilişkilerini zoraki yürütürdü. Bir diyalogdan keyif alması mümkündü tabii; ama hep zamanın farkında olurdu. En eğlendiği diyalogların içinde bile 'yeter artık ne zaman bitecek' diye düşündüğü bir an gelirdi. Bu durumda tek istisna Lawrence idi. O yüzden Pazar günü gibi ikisinin de programının bomboş olduğu günleri seçerlerdi; çünkü daha önceki tecrübelerinden iyi biliyorlardı ki buluşmalarından sonra gidilecek bir yer varsa oraya geç kalınırdı. Ema hararetli hararetli Robert Browning'in mi yoksa eşi Emily Barrett Browning'in mi daha iyi bir şair olduğu tartışması üzerine bir şeyler söylüyordu. Aslında ikisi de aynı şeyi savunuyordu ama nedendir bilinmez yarım saati aşkın bir süredir hararetli bir tartışma içindeydiler. “Hem zaten Yüzük ve Kitap bile başlı başına bir dehanın ese-" “Tanrım.” Ema başını, kafasını ellerinin arasına almadan önce Lawrence'ın baktığı yere çevirdi. Fosforlu bir ayakkabı bağcığı. Bağcığın Lawrence'a ait olduğuna ve böyle bir şeye sahip olduğu için utandığına inanmak istedi; ama kimi kandırıyordu ki belli ki bağcık yarı-çıplak-İspanyol'a aitti. Ema derin bir iç çekti. Şimdi onca yıl birlikte çalıştıkları bir hastanın tam da travmayı atlattığını düşündüklerinde küçük bir şeyin onları sıfır noktasına döndürmesi hakkında psikologların ne hissettiğini biliyordu. Üstelik o yalnızca on dakika geçirmişti böyle. On yılı hayal bile edemezdi. “Asla unutmayacaksınız değil mi?” dedi dertli dertli. Her ne kadar burada bulunmaktan müthiş bir keyif duysa da o gün hiç gelmemiş olmayı diledi. Belki de gelerek neden olduğu şey için kendisi suçluluk duymalıydı. Lawrence ile karşılıklı oturup utanç içinde ağlayabilirlerdi. “İmkanı yok,” dedi Lawrence. “Kraliçenin bizzat evime konuk olması ihtimali ne kadarsa benim de bunu unutma ihtimalim o kadar. Ki, o durumda bile bu kadar mahcup olamazdım.” Ema kendi ziyaretinin kraliçeninki ile kıyaslanmasına gülerek karşılık verdi. 'Hah avucunu yalarsın Elizabeth!" diye düşünmeden edemedi. Birleşik Krallık'ta birçok kişinin -temsili monarşi düşmanı olanlar hariç- evlerine almaktan en çok mutluluk duyacağı kişi olabilirdi; ama Londra'nın bu güzel mahallesindeki bu mütevazi evde o kişi Ema'ydı. “Aramızda psikolojiden anlayan ben değilim Mr G." dedi bariz olanı dile getirerek. “Ama duyduğuma göre böyle şeyler zaman zaman sağlıklı olabiliyormuş ve de... suçluluk duygusu son derece işe yaramaz bir şeymiş." Gözlerini kocaman açıp ona baktı. “Ama dediğim gibi ben psikolojiden ne anlarım?" dedi gülerek. Bunlar sohbetleri bir terapi seansına dönüştüğünde Lawrence'ın Ema'ya söylediği şeylerdi. Normalde yüksek sesle dile getirmekten bile çekinirdi bunları Ema. Çünkü ona nasıl da tüm inkarlarına rağmen duyduğu suçluluğu Lawrence'a itiraf edişini hatırlatıyordu; ama kendisine bu kadar yardım etmiş bir adama azıcık yardımı dokunabilirse kârdı. “Lütfen artık yarı zamanlı işlerden bahsedebilir miyiz? Oxford kapılarını sonuna kadar açmış Ema Marlot'u beklemiyor biliyorsunuz. Para kazanmam lazım." Lawrence hafifçe güldü. Ema bağcık olayını sonsuza kadar arkalarında bıraktıklarından emin değildi; ama anlaşılan şimdilik görmezden gelmeye karar vermişlerdi. “Ah evet,” dedi Lawrence fincanındaki son çay yudumunu boğazından aşağı dökerken. “Sen aradıktan sonra birkaç telefon görüşmesi yaptım.” diye devam ederken Ema da tıka basa doymuş olmasına rağmen bir çöreği daha vişne marmeladına buluyordu. “Eski öğrencilerimden biri D&J Dresses'te mağaza müdürü, belki orayı biliyorsundur, Soho'ya oldukça yakın.” Ah evet, Ema orayı çok iyi biliyordu. Giyime dair hiçbir şey bilmeyen orta yaşlı kadınların gelip Ema'nın kimse satın almaz dediği şeyler aldıkları bir yerdi. Onaylar gibi başını salladı Ema. “Sana telefonunu veririm. Haftanın altı günü beş saat çalışabileceğini söyledi.” Bu tam da Ema'nın ihtiyacı olan şeydi işte. Hem D&J Dresses gibi kurumsallaşmış yerlerde maaşımı geç aldım, almadım derdi de olmazdı. Ayrıca zengin züppeleri ile uğraşacağına estetik zevki olmayan aptallarla uğraşmayı tercih ederdi. “Çok teşekkür ederim Mr G. Gerçekten." dedi minnetle.


İyi bir yerde mi kestin, kötü bir yerde mi kestim emin olamıyorum.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Lawrence Grantham
Cambridge Psikoloji Bölümü | Profesör
Cambridge Psikoloji Bölümü | Profesör
Lawrence Grantham


Mesaj Sayısı : 124

Just in time for brunch. Empty
MesajKonu: Geri: Just in time for brunch.   Just in time for brunch. Icon_minitimeCuma Şub. 17, 2012 4:47 pm

Genç kızın, kendisinin ziyaretinin kraliçenin ziyaretine yeğ tutulmasından haklı bir hoşnutluk duyduğu her halinden belli oluyordu. Eh, Britanya halkından -ve hatta diğerlerinden- kim olsa bundan memnun olurdu. Lawrence ve Ema'nın söz konusu olduğu şu durumda ise aksi bile düşünülemeyecek şekilde Ema'nın yeri daha büyük idi. Yerleşik bir hayata sahip, her anne babanın çocuğunu evlendirmeyi hayal ettiği cinsten biriydi Lawrence, hani şu hayırlı evlat diye tabi ettikleri. Hayatında fazladan karmaşaya, olağandışılığa yer yoktu. Yaşı düşünülürse çoktan evlenip çoluğa çocuğa karışmış bir aile babası olabilirdi. Bu istemediği bir şey değildi Lawrence'ın. Her aklına geldiğinde 'belki bir gün' diye geçiştirse de derinlerde bir yerde İngiltere'nin aile düzenine uymakla ilgili hayalleri vardı kendisinin bile tam anlamıyla fark edemediği. Ancak eğer bu hayalleri gerçekleştirmiş olsaydı şimdiki pozisyonunda olamayacağına dair güçlü bir sezisi de yok değildi. Kısacası, şimdiki durumdan bir hayli memnundu. İstediğini yapıyor, kendisini sınırlayan şeylerden uzakta yaşıyordu. Yine de... Ema'ya biraz da bu yüzden bu denli yakındı. Eğer zamanında akranlarının yaptığı gibi evlenmiş olsaydı aşağı yukarı onun yaşlarında bir çocuğu olacaktı. Esasında Ema'nın kendisindeki yeri de kızından farklı değildi. Marlotlara kısmen de olsa yakın biri olarak aile içinde neler döndüğüne az da olsa hakimdi. Dolayısıyla çocuğun yalnızca soyadında bir Marlot olduğunu, duygusal anlamında bazı terslikler yaşandığını biliyordu. Kim bilir, belki de Lawrence da Ema'da bir babanın yerini tutuyordu. Bu konuyu hiç dillendirmemiş olsalar da -ikisi de bu konuda konuşmayı pek istemiyorlardı- ihtisası sayesinde Lawrence fikrinin gerçek olduğuna dair ipuçları alıyordu. Şiayetçi de değildi. Kendi çoğcuğunu yetiştirirken edineceği on yedi on sekiz yıllık anılardan mahrum kalmış olabilirdi belki ama şimdi halihazırda, elinin altında büyümüş bir kızı vardı. “Aramızda psikolojiden anlayan ben değilim, Mr G.” dedi Ema, kendisinin gülünç davranışına istinaden. “Ama duyduğuma göre böyle şeyler zaman zaman sağlıklı olabiliyormuş ve de... suçluluk duygusu son derece işe yaramaz bir şeymiş.” Bunları söyledikten sonra yüzüne oturttuğu imalı bir ifadeyle devam etmişti. “Ama dediğim gibi, ben piskolojiden ne anlarım?” Onun imalı tebessümüne kendisi de aynı şekilde karşılık verdi Lawrence. Birlikte o kadar çok zaman geçirmişlerdi ki Ema da Lawrence'dan birkaç parça kapmıştı, az evvel belli ettiği gibi. Bunlar, çoğunlukla Lawrence gayrı ihtiyari biçimde psikoloğa dönüştüğünde sık sık kullandığı cümlelere o kadar benziyordu ki, bir an için kendi ses kaydını dinlediğini falan sanmıştı.

Ema “Lütfen artık yarı zamanlı işlerden bahsedebilir miyiz? Oxford kapılarını sonuna kadar açmış Ema Marlot'u beklemiyor biliyorsunuz. Para kazanmam lazım.” dediğinde gülümsedi hafifçe. Kızın söylediğine hak veriyordu doğrusu. Pazar sabahlarını bir brunch'la gülüp eğlenerek, dolu dolu sohbet ederek geçirmek harikaydı gerçekten; ancak görüşmelerinin asıl amacına gelmelilerdi artık. “Ah, evet.” dedi fincanında kalan son yudum çayı da midesine indirerek. Çayı hızlıca içen biriydi, bu sebepten her ne kadar fincanın sonuna gelmiş olsa da içindeki sıvı hala sıcaktı. Sıcak sıvının boğazında yarattığı etkiyi kontrol altına almaya çalışırak “Sen aradıktan sonra birkaç telefon görüşmesi yaptım.” dedi. “Eski öğrencilerimden birisi D&J Dresses'ta mağaza müdürü, belki orayı biliyorsundur, Soho'ya oldukça yakın.” Bir yandan marmelatlı çöreğini yerken bir yandan da onaylarmışçasına başını sallıyordu kız. Yemek fikri neredeyse aklından çıkmıştı; ancak doğru konuşmak gerekirse uzun süren gece ve tükettiği bol miktarda alkol sebebiyle bedeni şöyle adam akıllı dolgun yiyeceklere özlem çekiyordu. “Sana telefonunu veririm. Haftanın altı günü beş saat çalışabileceğini söyledi.” diye bitirdi teklifi telefon numarasının yazılı olduğu kartı nereye koyduğunu hatırlamaya çalışırken. Kızın sesindeki minneti fark etti. “Çok teşekkür ederim Mr G. Gerçekten.” Açık söylemek gerekirse bu Lawrence'ın elinden gelenin neredeyse tümüydü ve Lawrence bundan memnun değildi. Son kalan iki çörekten susamlı olana uzanıp bıçağı yardımıyla ikiye bölerken daha fazlasını da yapabileceğini, örneğin biraz olsun masrafını karşılamak gibi, ama Ema'nın buna katiyen izin vermeyeceğini düşünüyordu. İtiraz edip üsteleyebilirdi; ancak aralarındaki bunca yıllık hukuka ve Ema'nın gururuna büyük saygısızlık olurdu bu. Belki üniversiteden tanıdıkları ve yine eski öğrencileri aracılığıyla bir burs ya da onun gibi bir şey ayarlayabilirdi. Bizzat kendisi Oxford'a gidip konuşabilirdi hatta bir burs konusunda onları ikna etmek için. Ema'dan habersiz tabi. Yine de üniversiteye başvurup bir bursu olduğunu anladığında bu işin kimin başının altından çıktığını pek ala tahmin edebilirdi. Yine de bunu daha sonra yapmak üzere aklına not etti. Şimdilik yapabildiği tek şey tavsiyeler, referanslar ve pazar brunchlarından ibaretti. Ema, ona dışarıda yemek ısmarlamasına bile izin vermiyordu sık sık. Bu sebepten tabakta kalan son çöreği gözleriyle işaret ederek “O son çöreğin midende olmazsa evi başımıza yıkacağını duydum.” Gülümseyen kız itiraz etmişti haliyle. “Ama Mr G ben-” “İtiraz istemiyorum. Sen yemezsen zorla veya kendi rızanla yemeni sağlayacak psikolojik taktikler biliyorum ben. Hatırlatırım, burada psikoloji uzmanı olan benim.”

Bir yandan marmelatlı ve susamlı çöreğine gömülürken diğer yandan da nefes alabildiği bir boşlukta kıza sordu. “Bölüm konusunda ne düşünüyorsun peki? Bir mutabakata varabildin mi?” doğrusu bu da çetrefilli bir konuydu. Baba servetini reddetmiş ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir genç kız olarak gerçekçi olması gerekiyordu. Kararlarını verirken son derece dikkatli olmalıydı. Lawrence aç kalmaktan korktuğunu görebiliyordu. Günümüzde üniversiteye girmek niyetinde olan gençlerin tümünün karşılaştığı bir problemdi bu en nihayetinde. Tümüyle ticarileşmiş bir dünyaya hazırlanmak için iyi olanaklar mı, yoksa hayallerinin bölümü mü? Lawrence'ın kişisel kanaati, gerçekten ne istediğini düşünmesiydi. Ekonomik sebepler ikinci planda olmalıydı. Bir şekilde bir yerlerde çalışarak geçinebilirdi sonuçta, önemli olan kendi isteğine göre yaşamasıydı. “Sen bir şey söylemeden önce kişisel fikrimi belki de milyonuncuya tekrarlamak istiyorum.” dedi bir şey söylemek üzere ağzını aralayan kızın sözünü keserek. “Ne istediğini iyi düşün. Önemli olan tek şey bu.” Ekonomi sözcüğüne değinmeyerek durumu kotardığını düşünüyordu zira bu husus zaman zaman çok kırıcı olabiliyordu. “Akademisyen olmak gibi bir fikrin oldu mu hiç? Çünkü hangi bölüme gidersen git, o konuda akademik hayat kurabilir, üniversitede çalışabilirsin. Banko! Kendi mesleğim diye söylemiyorum, senin gibi biri için oldukça keyifli olacağını tahmin ediyorum.” dedi masadan kalkmadan az ilerideki tezgahta duran kitaba uzanarak. “Biliyorum Cambridge yerine Oxford'u tercih ediyorsun ama buna da bir göz atmanı tavsiye ederim. Zira sadece Cambridge değil, genel anlamda meslekler ve bölümler hakkında iyi bir bilgi kaynağı.” diyerek üzerinde yaldızlı puntolarla 'Cambridge Meslekler & Bölümler Rehberi' yazan kalınca bir cilt kitabı kızın önüne koyarak.


Yine garip bir yerde kesilmiş RP...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Emanuela Marlot
London Central IV. Sınıf
London Central IV. Sınıf
Emanuela Marlot


Mesaj Sayısı : 113
Nerden : London

Just in time for brunch. Empty
MesajKonu: Geri: Just in time for brunch.   Just in time for brunch. Icon_minitimePaz Şub. 26, 2012 6:42 pm

Ema'nın inanmadığı birçok şey vardı. Yardım kuruluşları, mucizeler, hayat değiştiren kitaplar... Adalet de bunlardan biriydi işte. Gözlerini adaletsiz bir dünyaya açtığını kendi adını yazmayı becerdiği günden beri biliyordu. Fakir ve zengin, güçlü ve güçsüz arasındaki farkı yaşayarak görmüş çok insan vardı; ama bunlar genellikle güçlerini ve paralarını sonradan kaybetmiş ya da bunları sonradan kazanmış insanlardı. Oysa Ema en başından beri ikisini de aynı anda yaşama fırsatı bulmuştu. Bu da herhangi birini unutmasını hep engellemişti. Gerçi son yıllarda, zengin insanların parlak, renkli ve abartılı yaşamlarından uzaktı. Belki de bu aralar objektifliğini yitirmesine neden olan şey buydu, kim bilir. Sonuç olarak Ema adalete inanmazdı. Ama hayatı boyunca tüm o karamsarlığın ardında sakladığı umutlu iyimser kızı bir türlü tamamen ortadan kaldıramamıştı. O kız ki Ema'nın dünyada adalet olmadığı için yaptığı kötülüklerin yanına kar kalacağını düşünen biri değil de en azından kendi çevresinde adaleti sağlamaya çalışan biri olmasını sağlamıştı. Tüm o 'aman kim çalışıp da kazanmış'ların arkasında kazanmak için deli gibi çalışan biriydi Ema. Bu yüzden, o içine gömdüğü kız yüzünden yani, çekip gidemiyor, bırakıp hayatının sonuna kadar dışarı vurduğu karamsar kimliğiyle yaşayamıyordu. Ama bu içinde bir yerlerde bir Pollyanna olduğunu kabul edeceği anlamına da gelmiyordu tabii. Okuduğu her sayfada daha da nefret etmişti zaten o karakterden. Bunun gibi zamanlarda ,sınırlı sayıdaki sevdiği ve güvendiği insanlardan biri ileyken yani, o kız biraz daha yüzeye yaklaşıyor, Ema huzurla dolmakla çok meşgulken onu geri bastıramıyordu. “O son çöreğin midende olmazsa evi başımıza yıkacağını duydum.” İşte bunun gibi cümleler onun dünyada güzellikler olabileceğine, olduğuna, bir başkasının kendini değil de onu gözetebileceğine inanmasını sağlıyordu; ama hiç düşünmeden itiraz etmesini engellemedi tabii bu bakış açısı. “Ama Mr G ben-” “İtiraz istemiyorum. Sen yemezsen zorla veya kendi rızanla yemeni sağlayacak psikolojik taktikler biliyorum ben. Hatırlatırım, burada psikoloji uzmanı olan benim.” Ema koca bir kahkaha attı. Ne diyebilirdi ki? Lawrence haklıydı. Zaten yemek ısrarla reddetmeyeceği yegane şeydi. Çöreği mahcup mahcup tabaktan alıp midesine indirirken Emaanna saklandığı yerden biraz daha dışarı çıkmıştı.

“Bölüm konusunda ne düşünüyorsun peki? Bir mutabakata varabildin mi?” Bu soruyla Ema'nın içine bir sıkıntı çökmüştü. Hayır, bu sıkıntının nedeni Lawrence'ın konuşmasının doğal bir parçası olan eski kelimeler değildi. Ema son derece alışkındı onlara. Sıkıntı sorunun kendisindeydi. Çünkü aylardır aynı soruyu kendine sorup duruyor ama hiç cevap alamıyordu. Başlarda bunun için daha zamanı olduğunu elbet zamanı geldiğinde bir karara varacağını düşünmüştü; ama gün geçtikçe umudunu kaybediyordu. Çünkü şu anda kafası üniversiteye gitmeye karar verip de bölüm düşünmeye başladığı ilk günde olduğundan daha karışıktı. Derin bir iç çekti. Ne istediğini biliyordu, ne yapması gerektiğini de biliyordu; ama bu ikisinin hiçbir kesişim kümesi olmadığı için ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu. Belki Lawrence'ın da etkisiyle edebiyata, sanata ve dile her zaman bir ilgisi vardı. Ama bu yeteneğini hep insanlara laf sokarken ya da istediğini yaptırmaya çalışırken kullanmıştı. Eğitim hayatı boyunca edebiyata ya da güzel sanatların başka herhangi bir dalına hiç yönelmemişti. Yine de biliyordu ki bu alanda bir şeyler yapmak onu mutlu edecekti. Öte yandan bu asla göze alamayacağı bir riskti. Hayat koşulları artık çok farklıydı. İnsanlar üniversitelerden mezun olup aylarca ve hatta yıllarca iş arıyorlardı. Sanat, deha olmayanlar için -ve hatta bazen deha olanlar için bile- bir altın madeni sayılmazdı. Oysa Ema mezun olduktan sonra iş bulabileceği, o işten de iyi para kazanabileceği bir alanda okuması gerektiğini biliyordu. Kimse için değil; ama kendisi için yapmalıydı bunu. Arkasında onu destekleyen kimse yoktu. Hayatının sonuna kadar da tezgahtarlık ve barmenlik yapamazdı. Yapmayacaktı. Lawrence belki milyonuncu kere kendi fikrini söylemek için araya girdiğinde sustu Ema. “Akademisyen olmak gibi bir fikrin oldu mu hiç? Çünkü hangi bölüme gidersen git, o konuda akademik hayat kurabilir, üniversitede çalışabilirsin. Banko! Kendi mesleğim diye söylemiyorum, senin gibi biri için oldukça keyifli olacağını tahmin ediyorum.” Ema bunu da düşünmüştü; ama insan ilişkilerinde hiçbir zaman çok iyi olamamıştı. Oysa Lawrence bu konuda harikuladeydi. Bir öğrenci olarak iletişim kurma konusunda eksikliği olan bir öğretmene sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu biliyordu Ema. Lawrence masanın üzerinden Cambridge Üniversitesi logolu bir kitabı ona doğru uzatırken konuşmasına devam etti. “Biliyorum Cambridge yerine Oxford'u tercih ediyorsun ama buna da bir göz atmanı tavsiye ederim. Zira sadece Cambridge değil, genel anlamda meslekler ve bölümler hakkında iyi bir bilgi kaynağı.” Ema kitabı şöyle bir karıştırdıktan sonra evde iyice bir gözden geçireceğine söz verdi.

Bir süre sessizliğe gömülüp önlerindeki gazeteleri okumaya koyuldular. Ama on dakika geçmemişti ki Ema burnundan bir ses çıkarıp sessizliği bozdu. Lawrence da başını kaldırıp ona bakmıştı. “Geçen hafta 105 yaşına bastığı için haber olan kadın var ya, ölmüş." dedi Ema Lawrence'ın merakını gidermek için. “Aldığı ısıtıcının termostatı bozukmuş. Eviyle birlikte yanmış." dedi sesinin umursamıyormuş gibi çıkmasına özen göstererek; ama öfkesi görülebiliyordu. “Yıllarca beslenmene dikkat et, yürüyüşlere çık, sigara ve alkolden uzak dur; dangalağın biri ısıtıcıyı paketlemeden kontrol etmedi diye öl." Aslında kadının ölmesine kızgın değildi. 105 yaşında bir kadının ölümünden çok daha fazla umursadığı şeyler vardı. Kızgınlığı olayın adaletsizliğine idi. Başka insanların bir anlık hatalarının nasıl da senin hayatına mal olabileceğine kızıyordu. Bir insan bunun bedelini nasıl ödeyebilirdi ki? Adaletsizlik buradaydı işte. “Bir de insanlar adaletten bahsediyor. Eminim ne o eleman ne de firma bunun bedelini ödemiştir." Lawrence gözlerini süzdü. “Aslında o elindeki iki gün öncesinin gazetesi Ema." dedi Ema şaşkınlıkla manşetin altındaki tarihe bakarken. “Burada yazdığına göre şirket çok büyük bir tazminat ödemek zorunda kalmış. Aslına bakarsan iflasını açıklamış." diye devam etti elindeki gazeteyi Ema'ya uzatırken. Ema kendinden emin konuşmasının ağzına tıkılmasından hoşnut olmadan homurdandı. “Demek ki en azından bazıları adalet için çalışıyor." Ema yapmacık bir kahkaha attı. “Üç kişi falan mı onlar?" Lawrence'la sakin sakin konuşmaya alışıktı; ama adam onu yıllardır tanıdığı için böyle şeylere tahammül edemediğini çok iyi biliyordu. Ema da onun bunu kişisel algılamadığına olan güveniyle rahat rahat konuşuyordu zaten. “Belki de dördüncü olmalısın." dedi sanki yeni bir şey fark etmiş gibi Lawrence. "Efendim?" "Dördüncü ol! Hukuk oku ve adalet dağıt." Ema bir an duraksadı. Bunu hiç düşünmemişti. Aslında şimdiye kadar hukuku üniversitede bir bölüm olarak değerlendirmemişti bile. "Ben... bilmiyorum." dedi şaşkınlıkla. Şaşkındı çünkü diğer her bölümde olduğu gibi adını duyduğu an beyninde binlerce itiraz yükselmemişti. "Aslında olabilir." diye devam etti. Lawrence'ın suratında ise kendinden memnun bir ifade vardı.


10 gün geç, saçma sapan bir yerde bitirilmiş. Tamam döv beni.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Just in time for brunch.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» reading time with- oh look, I think I'm gonna cry.
» wrong place at the wrong time.

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
London Never Sleeps :: c i t y . o f . l o n d on :: The Streets-
Buraya geçin: